19.10.2008

Beş

İşte yine ağaçlar; sertliklerini biliyorum, işte su, duyuyorum. Otların ve yıldızların bu kokuları, gece, yüreğin rahata erdiği kimi akşamlar; erkinliğini ve güçlerini duyduğum bu dünyayı nasıl yadsıyabilirim? Gene de bu yeryüzünün bütün bilimi beni bu dünyanın benim olduğuna inandırabilecek hiçbir şey vermeyecek. Onu bana betimliyorsunuz, bana onu sınıflandırmasını öğretiyorsunuz. Yasalarını sayıyorsunuz; ben de bilme susuzluğum içinde bunların doğru olduklarını kabul ediyorum. Mekanizmasını tanıtlıyorsunuz, umudum büyüyor. Sonunda bu sihirli ve karmakarışık evrenin atoma, atomun da elektrona indirgendiğini öğretiyorsunuz bana. Bütün bunlar güzel, gerisini de anlatmanızı bekliyorum. Ama siz bana elektronların bir çekirdek çevresinde toplandıkları görünmez bir gezegenler takımından söz ediyorsunuz. Bu dünyayı bana bir imgeyle açıklıyorsunuz. O zaman dönüp dolaşıp şiire geldiğinizi anlıyorum; hiçbir zaman bilemeyeceğim. Buna kızmaya zamanım mı var? Şimdiden kuram değiştirdiniz. Böylece bana her şeyi öğretmesi gereken bu bilim varsayımda sona eriyor, bu açıklık eğretilemeye gömülüyor, bu kararsızlık sanat yapıtında eriyip gidiyor. Bunca çabaya ne gerek vardı? Bu tepelerin tatlı çizgileri, bu çarpıntılı yürek üzerinde akşamın eli çok daha fazlasını öğretiyor bana. Başladığım noktaya geldim.

Albert Camus, Sisifos Söyleni, sf. 29-30

...

Tüm entelektüel yaratımlar evrenin ya da üzerinde olagelenlerin bir kısmının okunma sürecidir. Bilimi de katıyorum buraya sanatı da. Aklınıza gelen ne varsa…

Sanat için konuştuğunuzda yukarıda söylenen tuhaf bir varsayım gibi gözükmese de bilim için aynı şeyi iddia etmek biraz zor. Çünkü bilimsel bilgiyi birçok şekilde tanımlamak mümkün olsa da tüm tanımlar iki temel kıstas içerecektir: nesnel olması ve evrene dair bir gerçekliğe tekabül etmesi. Bu kıstasların varlığında yukarıdaki iddia hala nasıl geçerli bir iddia olabilir?

Bilim evren üzerine konuşur. Evreni anlamak adına varsayımlarını deney ve gözlemle test eder. Bilimsel bilgi bu yüzden nesneldir çünkü deney ve gözlemler kişiden kişiye değişmez. Sabittir. Evren üzerine kurduğu her iddia birbiriyle tutarlıdır. Birbirini bütünler ve sistematiktir. Bu yüzden bilimsel bilgi gerçekliğe tekabül eder çünkü onu açıklamak adına attığı her adım yeni bir adımın öncülü ve ardındaki adımların sonucudur ve en önemlisi evreni açıklamada başarılı olur.

O halde bilim söz konusu olduğunda onun evrene dair bir yorum olduğunu iddia etmek pekte makul gibi görünmüyor. Ama onu tam da hikâye yapan kısım bu kıstaslara sahip olma çabası değil mi? Çünkü ancak bu kıstaslar aracılığı ile bilimi diğer disiplinlerden ayırmak, öteye koymak mümkün. Ama bu kıstasların araçlarını bilimsel bilgiyi üretirken değil ürettikten sonra uygulamıyor muyuz? Aslında bilimsel bilgiyi üretmemizi sağlayan yegâne şey teorimize olan inancımız, yorumumuzun doğruluğuna dair sarsılmaz umudumuz değil mi?

Kepler gök cisimlerinin mükemmel Platonik geometrik şekillere karşılık geldiğine olan inancıyla geliştirdi gök cisimlerinin hareketi teorisini. Darvin’in ne kadar nesnel argümanı vardı doğal seçilim ilkesini ortaya atarken? Newton çekim yasasını elmaları izleyerek mi ortaya attı? Elbette hayır. Hepsinde ortak olan şey evrene dair algılarını yorumlama biçimlerinin doğru olduğu yönündeki sarsılmaz inançlarıydı.

Bilimsel aktivite içinde olan herkes bir teoriye inanır ve bu teoriyi desteklemek için hipotezlerini oluşturur. Bilimsel teoriler sürekli değişmiyor mu? Aslında değişen şey bilimsel teoriden öte evren hakkındaki inanç, ona dair yapılan yorum! Kuhn üzerinden yapılacak bir yorumla teorilerden öte paradigmalar değişir ki paradigmanın değişimi genç bilim insanlarının var olan paradigma karşısında yeni teoriler, yeni araçlar benimsemesi, onları tutarlı bir bütün içinde sunmaları ile mümkündür.

Aksi olmuş olsaydı bilimsel bilginin değişmez kıstaslarına sahip olurduk hâlbuki bu kıstaslar da değişim içinde. Ne aklın kendi üzerine yansıyarak yaptığı eleştiri, ne metafiziğin pozitivist bir tutumla epistemolojinin alanından uzaklaştırılması çabası bilimsel bilginin mutlak ölçütlerini vermede başarılı olabildi. Olamazda. Çünkü bu kıstaslar da evrene dair inancımızla ve bu inanç üzerine kurduğumuz bilimsel yapının etkisiyle yeniden biçimlenecek.

Bilim böylesine bir okuma, bir yorum olarak sorgulanmadığı sürece indirgemeci ve materyalist tutumun etkisiyle; her geçen gün anlamını yitirecek, zeminini yaşama dair hiçbir anlam ifade etmeyen denklemler arasında bocalayarak kaybetmeye devam edecek.

Ama bunları söylemek bilimin görece olduğu veya gerçekliğe dair bir şey söylemediği anlamına gelmez. Yalnızca bilimsel bilginin her şeyin üstünde bir hakikat içerdiğine karşı çıkar. Bilim, onu ilgilendiren alanda ne kadar doğruysa; ne kadar gerçekse, diğerleri de öyledir.

Aslında bu biraz da bizimle ilgilidir. Bizim nereden okuyacağımızla ilgilidir evreni ve hayatı. Bilimsel bilgi de sanatta onunla ilgilenenin ilgi alanı kadar değer taşır, yani nesnellik özne de bulur değerini. Aksi taktirde ne bilimin ne bir başka disiplinin ne de sanatın bir anlamı kalmazdı onlarla kurulan ilişkilerimiz olmasa.

Bu yüzden pencerenizden bakınca çekim yasasını da düşünebilirsiniz, sevgilinizin gözlerini de; gördüğünüz zaman bir yaprağın daldan usulca düştüğünü. Sonuçta her biri takılıp kalacak niçin sorusunun çıkmazına ve takıldığı nokta cevabın olmadığı nokta. İşte Camus’un bahsettiği de bu bence, açıklanamayan o gizemli, “bir şey işte ama anlatamıyorum”, “tam olarak ifade edemiyorum” demek zorunda olduğumuz o nokta zaten başlı başına hayat. Belirlenmemiş, bizce keşfedilecek olan…

42:.. Neden olmasın ?..

“İşte yine ağaçlar; sertliklerini biliyorum, işte su, duyuyorum. Otların ve yıldızların bu kokuları, gece, yüreğin rahata erdiği kimi akşamlar; erkinliğini ve güçlerini duyduğum bu dünyayı nasıl yadsıyabilirim?”

Camus, gördüğü, kokladığı, duyduğu, dokunduğu, tattığı; kısaca duyumsadığı yaşamı yadsıyamayacak denli yaşam dolu ve yaşam içinde bir insandı. 17 yaşında vereme yakalanması üzerine bir süre hastanede yatmak zorunda kalan Cezayir doğumlu Fransız yazar, o güne dek dansla, futbolla, yüzmeyle, e.d. yaşamın kendisiyle dolu dolu olan yaşamına bir süre için ara vermek zorunda kalmıştı.

Belki bu hastalıktı ki 17 yaşında, düşünceleri yeni yeni gelişmeye başlayan Camus ile yaşam(ı) arasına bir bıçak gibi girmiş; ve çelik yüzeyinde, yaşamın hiçbir garantisi olmadığını; tam tersine, yaşamın aslında çok da kırılgan olduğunu göstermişti ona. Ancak Camus, gördüklerinden ürkmemiş, içinde büyüyen kapatılmışlık hissini bir kavrayışa dönüştürmeyi başarmış, direnme ve yaşama isteğine temel yapmıştı.

Belki de yine, yaşama bağlılığı, yaşam dolu bir adam olması dolayısıylaydı ki felsefeye olan derin ilgisine rağmen kendisini bir filozoftan çok; yaşam ve ölümle, yaşayanlarla ve ölenlerle iç içe olan bir insan olarak görmüştü. Camus’nun gözünde felsefe, yaşamdan ve deneyimden uzaktı.

Peki ya bilim?

“Gene de bu yeryüzünün bütün bilimi beni bu dünyanın benim olduğuna inandırabilecek hiçbir şey vermeyecek. Onu bana betimliyorsunuz, bana onu sınıflandırmasını öğretiyorsunuz. Yasalarını sayıyorsunuz; ben de bilme susuzluğum içinde bunların doğru olduklarını kabul ediyorum.”

Camus’nun ‘bilme susuzluğu’ ifadesinin, Aristoteles’in ‘merak’ıyla aynı gereksinim ve arzunun altını çizdiğinin öne sürülebileceğini düşünüyorum bu noktada. Camus, bilimin söylediklerini doğru kabul etme noktasında gideremediği bilme susuzluğundan söz etmiş; Aristoteles de felsefenin merakla başladığını söylemişti yaklaşık 2400 yıl önce.

Aristoteles’in o gün ‘felsefe’ adıyla çağırdığı şeyin aslında ‘bilim’ olduğunu, ve bir insan etkinliği olarak bilimin dünyayı açıklamaya yönelik olmasının, insanın onu anlamaya yönelik bir türlü doyuramadığı gereksiniminden kaynaklandığını iddia edenler de var olduğuna göre Aristoteles’in “felsefe merakla başlar”ındaki ‘felsefe’nin ne anlama geldiğini anımsamakta yarar var:

Aristoteles, başyapıtı Metafizik’in Birinci Kitabında, ‘bilgeliğin’ (sophia), ‘bilgi’nin (episteme) en üstün biçimi; ulaşılabilecek en son bilişsel düzey olduğunu söylemişti. Duyulara dayanmaları bakımından, onlardan en uzakta olan bilgi türü olarak bilgeliğe ulaşmanın, insan için, çok; ama çok zor olduğunu, dolayısıyla insanın deneyimleyebileceğinin salt bilgelik değil; ancak bilgelik-sevgisi/arayışı/arzusu (philosophia) olabileceğini belirtmişti. Bu ‘bilgelik-arayışı’ yolunda insan için önemli olan, sonuçlar ve pratik amaçlardan çok; bilginin veya onun en üst düzeyi olan bilgeliğin kendisi olmalıydı. Bu bağlamda ‘felsefe’yle işaret edilmek istenen, şeylerin-bilgisinden çok; o şeylerin ‘neden’lerinin (aitiai) ya da o şeylerin neden öyle olduklarının açıklamalarının bilgisiydi.

Bilimin peşinde olduğu nedenler ve nasıllar, Camus’nun peşinde olduğu, dünyanın onun olup olmadığına ilişkin merakına yanıt olabilir miydi?

Gerçeklik dediğimiz şey ve ona ilişkin merakımız o kadar engin ki bilimin tek başına, insanlığın gerçekliği ilişkin tüm merakını gidermesini beklemek insanı ve insan etkinliklerinden yalnızca biri olan bilimi abartmaktan kaynaklanan bir düş kırıklığıyla noktalanacaktır düşüncesindeyim. Yalnızca içinde olmakla kaldığımız; aynı zamanda bir parçası olarak belirliyor olduğumuz bir gerçekliği tek bir insan etkinliğiyle açıklamaya çalışmak, söz konusu açıklamanın insanlığı tatmin edip etmeyeceği bir yana, bir açıklama getirmek için uzun zamanlar gerektirebilir, dahası sonunda bir açıklama dahi ortaya koyamayabilir.

Sanat, edebiyat, felsefe ve din gibi diğer insan etkinlikleri ve insanın bizzat dünyanın içinde, onun bir parçası olarak deneyimledikleri de tıpatıp bilim gibi olmasa da – yine – gerçeklik dediğimiz şeyin ne olduğunu – olanaklıysa – anlamaya yönelik etkinliklerdir. Bilim sahip olduğu, kendine özel yöntem ve ölçütlerle diğer insan etkinliklerinden ayrılabilir ve gerçekliğe ilişkin olarak daha nesnel olduğu savında bulunabilir; ama bu bilimi son sözü söyleyen ya da söyleyecek olan kurum olarak görmemizin bir gerekçesi olmamalıdır. Böyle bir düşünceye saplanmamız, bilimden, onun yapabileceğinden çok daha fazlasını umup ona küsmemize neden olabilir ve sonunda biz de Camus gibi “Bunca çabaya ne gerek vardı?” diye sorma noktasına gelebiliriz.

Bu sorunun hemen öncesinde şöyle diyordu Camus:

“Bu dünyayı bana bir imgeyle açıklıyorsunuz. O zaman dönüp dolaşıp şiire geldiğinizi anlıyorum; hiçbir zaman bilemeyeceğim. Buna kızmaya zamanım mı var? Şimdiden kuram değiştirdiniz. Böylece bana her şeyi öğretmesi gereken bu bilim varsayımda sona eriyor, bu açıklık eğretilemeye gömülüyor, bu kararsızlık sanat yapıtında eriyip gidiyor.”

Ne, anlamaya ve açıklamaya çalıştığımız gerçeklik ne de onu anlama ve açıklama araçlarımızdan yalnızca biri olan bilim, onu yapandan, anlamaya, açıklamaya çalışan, en temelde merak eden insandan ve onun eksikliklerinden bağımsız değildir. Sonuçta sayısız gözlemin, deneyin, hesaplamaların, yılların sonuçları olan verilerle ortaya atılan kuramlar, olanaklıysa, tek bir kurama indirgenebilir ve o kuram da bir şiirden, o şiir de bir imgeden, o imge de bir eğretilemeden daha fazlası olmayabilir.

Belki de daha fazlası olmak zorunda olmaklığına yönelik sarsılmaz inancımızdır bizi kızmaya iten. Kızmaya zamanımız olup olmadığından önce, kızmaya hakkımızın olup olmadığını, daha da uygunu kızmaya gerek olup olmadığını sormalıyız kendimize. Aksi takdirde kendi merakından ötürü kendi kendine kızan, merak gibi elinde olmayan bir dürtüden dolayı kendi kendine öfkelenen bir insan resmiyle yüzleşmek zorunda kalabiliriz.

Gördüğümüz, kokladığımız, duyduğumuz, dokunduğumuz, tattığımız; kısaca duyumsadığız ve adına gerçeklik dediğimiz şeye ilişkin olan merakımız ya da bilme susuzluğumuz, onu erişilebilir ya da bilinebilir kılmaya yetmez. Gerçeklik dediğimiz ve deneyimlediğimiz(i düşündüğümüz) şey her neyse, belki de onu duyumsadığımız ölçüde deneyimlememizden başka çıkar yol bırakmamıştır bize.

“Bu tepelerin tatlı çizgileri, bu çarpıntılı yürek üzerinde akşamın eli çok daha fazlasını öğretiyor bana. Başladığım noktaya geldim.”

Gerçekliğin gizemi “42”den daha fazlası olmayabilir, ki kalkıştığımız işe göre fena da bir yanıt değildir hani. İster “42”, isterse daha sofistike, akılsal, bilimsel ya da hoşunuza gidebilecek herhangi bir yanıt olsun; veya hiçbir yanıt olmasın, insanın merakı doğrultusunda didinmesi kesinlikle boşuna bir çaba değildir.



Bil’dirimsel olmayan hakkında…

Stalker’da (Andrei Tarkovski,1979) bilimi temsil eden Bilim Adamı çantasını yanından hiç ayırmaz. Bilimin yarattıkları onunladır hep. Bilim Adamı, en gerçek dilekleri gerçekleştirecek olan Bölge’nin nasıl var olduğunu açıklar ve onun neden var olduğuyla ilgilenmez; çünkü bilimin kendi yanıtları ve gerçeğe(!) dair kendi ‘bil’dirimselliği vardır. (“Sonunda bu sihirli ve karmakarışık evrenin atoma, atomun da elektrona indirgendiğini öğretiyorsunuz bana”) Bilim adamı Bölge’deki odaya girmek istemez. Dahası, çantasında Bölge’yi yok etmek için bomba taşır; çünkü Bölge’nin tehlikeli olduğuna ve insanın, insan hayatı için tehlikeli dilekleri olacağına inanır. Dolayısıyla, Bölge’nin yok edilmesi gerektiğini söyler; ancak Bilim Adamı, insanların sonsuz güç dileyeceklerini düşündüğü halde bölgeyi yok etmez ve insanlar için biraz umut bırakmanın bir zararı olmadığını söyler. Lütfeder yani. Bilim böyle işler işte.

Bilim çoğunluğun bilimidir aslında. Kuhn’cu anlamda bilimsel düşünce, çoğunluğun olguları algılama şeklidir. Bu da paradigma’dır. Normal bilim, bir sorunla karşılaştığında kendi araçlarıyla bu sorunları çözer; ancak bilim karşılaştığı sorunlara her zaman çözüm bulamaz. Bu çözümsüzlük kendi içinde bir kriz ortamı yaratır, bu kriz ise ancak ve ancak yeni bir paradigmayla çözülür. Paradigma değiştikçe bilimin kuramları değişir (“Şimdiden kuram değiştirdiniz”) Sonuçta, Kuhn normal ve birikimle ilerlediği düşünülen bilimin, krizlerden kurtulmak için paradigma değişimi yaşarken, sahip olduğu birikimin hiçbir anlamı/önemi kalmadığını söyler; çünkü bilimin ilerlemesinde ve bilimin temelinde paradigma’lar yatar: “Böylece bana her şeyi öğretmesi gereken bilim bir varsayımda sona eriyor, bu açıklık eğretilemeye gömülüyor, bu kararsızlık sanat yapıtında eriyip gidiyor. Bunca çabaya ne gerek vardı?”

Stalker’da sanatı temsil eden Yazar ise, Bölge'ye girdiğinde en çok gerçekleşmesini istediği dileğinin ne olduğunu öğrenecektir ancak öğrendiği an ‘anlam’ı yitireceğinden korkmaktadır çünkü ruhunun/aklının en derinlerinde yatan dileğin gerçek olması halinde (dolayısıyla bunu öğrendiğinde) esinini kaybedeceğine inanır. Diyelim ki bir dahi oldu ve yaratabiliyor, yazabiliyor ve tükenmiyor… Yazacaklarının önemini yitirdiğini düşünecek ve yaratma gücüne sahipken, her şeyi yazma potansiyeli varken hiçbir şey yazamayacak. Bu nedenle, Yazar odaya girmemeyi tercih edecektir. Her şeyi “verili” olarak bilmek istemeyecektir çünkü.

Heidegger, “Sanatın Doğuşu ve Düşüncenin Yolu” isimli makalesinde: “Sanat, tékhne olarak bir bilgi alanı içinde bulunduğundan ve böylesi bir bilgi henüz var olmayanı, görülmemiş olanı biçimi ve boyutlarıyla önceden görerek, görülür, algılanır duruma getirdiği için, bu önceden görme olgusu üstün bir görme tarzı ve aydınlık ister” diyor ve ekliyor “Sanata gebe bu önceden – görme esin gerektirir.” Dolayısıyla ontik yaşayan beşerin – verili ampirik dünya koşullarında ve koşullarıyla yaşayan beşerin – bu ontik varoluştan kurtulmasının yolunun, bilimden kurtuluşundan ve beşerin “aydınlanma”sından geçtiğini söyler çünkü ontik bilimler kendi önyargıları, kuramları ve tarihsellikleriyle var olmakta ve zorunlu ve mutlak olarak görünmektedirler. Bilim, temel kavramlarıyla yüklendiği kodları insana aktarır. Dolayısıyla, insan bilimsel aktivitesini bu kodlarla gerçekleştirir. Bilim, insanın içine doğduğu bu kodların işlerliğini göstermektedir. Bu kodları işlemek ise, dünyayı bilincin önüne koyup onun nasıl olduğunu açıklamaktır. Sanatın dünyası ise, bilim adamının ne’liğini sunduğu dünya değildir; sanatın dünyası, dünyanın kendini nasıllığıyla gösterdiği dünyadır. Yani bana görünen dünya, benim onu gördüğüm şekilde vardır. Bu nedenle, bilim hiçbir şekilde ‘benim’in dünyasını açıklayamaz. Açıkladığını sandığı dünya ise gösterdiği dünyadır; görülebilen dünya değil. Bu da “Başladığım noktaya geldim” demektir.

Denizi ele alalım. Ben Edip Cansever gibi “ekledim her tattığım şeyi denizlere” diyebilirim ve “bildiğim ne varsa onlarda hep denizlerden” derim ardından. Deniz bana kendini böyle sunmuştur; bilimin, deniz için “yer kabuğunun çukur bölümlerini kaplayan, birbiriyle bağlantılı, tuzlu su kütlesi” deyişi bana hiçbir şey ifade etmez. Bu nedenle, “Gene de bu yeryüzünün bütün bilimi beni bu dünyanın benim olduğuna inandırabilecek hiçbir şey vermeyecek” diyebilirim bende. Bilim önceden görmez, bilim zaten hep görür. Ben denizi bana göründüğü şekilde görürüm ki bu da zaten benim aydınlanmam ve benim ‘ben’imin denizi önceden görmesi ve denizi hep böyle görmesidir. Deniz ‘benim’dir ve deniz benim için budur işte. Akşamın eli gibi… Açıklama yoktur; görme, duyma, hissetme vardır… Başladığım yerdeydim, başladığım yerdeyim…


12.10.2008

Dört

............

Vladimir: İnsan ararken birşeyler işitir.

Estragon: Doğru.

Vladimir: Bu da bulmayı engeller.

Estragon: Doğru.

Vladimir: Düşünmeyi engeller.

Estragon: Yine de düşünür insan.

Vladimir: Hayır, hayır, imkansız.

Estragon: Hah, tamam, hadi birbirimizin fikirlerini çürütelim.

Vladimir: İmkansız.

Estragon: Öyle mi?

Vladimir: Artık düşünme tehlikesinden uzaktayız.

Estragon: Neden yakınıp duruyoruz öyleyse?

Vladimir: Düşünmek en kötüsü değil.

Estragon: Belki de değildir. Ama az şey mi?

Vladimir: Ne az şey mi?

Estragon: Hah,tamam, sorular soralım birbirimize.

Vladimir: Ne demek istedin az şey mi demekle?

Estragon: O kadar da kötü değil yani.

Vladimir: Doğru.

Estragon: Öyleyse? Mutlu mu sayacağız kendimizi?

Vladimir: Korkunç olan düşünmüş olmak.

Estragon: Ama bizim başımıza hiç geldi mi?

Vladimir: Nereden gelmiş bütün bu cesetler?

Estragn: Bu iskeletler.

Vladimir: Söyle bana.

Estragon: Doğru.

Vladimir: Biraz düşünmüş olmalıyız.
.......

Beckett, S, Godot’yu Beklerken syf: 81,82

...

İnsan ararken bir şeyler işitir. Bu da bulmayı engeller. Düşünmeyi engeller.

Aramak zorundayız. Zaten hep bir arama halindeyiz. Ne olduğu bu arananın elbette önemlidir ama nasıl arandığı daha önemlidir. Sevgilinin bakışlarını, baharın gelişini, maaş gününü, Tanrının inayetini, bilimsel bir mucizeyi, akşam yemeğinin vaktini… Uzar gider bu arananlar. Belki alıntılanan eserden de yola çıkarak beklenenler.

Ama beklenen ile aranan bir değildir ki? Bekleyen, öznenin edilgen kabullenişliğini simgeler oysa arayan, eyleyen öznenin ta kendisidir. Bekleme halindeki güdülenmenin kaynağı bir umut, bir inançtır. Bir başka deyişle beklenti... Bir bakıma beklenti içinde olma durumu öznenin kendini nesneleştirdiği bir unutma halidir. Arayan ise farkını ortaya koyma çabasıyla, ne ise o aranan, peşine düşer onun tüm gayretiyle. Veya düşmelidir peşine ardı sıra.

Bekleme ile arama arasındaki fark düşünme üzerinden de çizilebilir ki aslında az önce bahsedilen eyleyen özne vurgusu bu eksenden geçer. İnsan ararken bir şeyler işitir... Bu olağan ve hatta sıradan bir durumdur. Çünkü arananlar özgün değildir çoğu zaman ve pek çok söylenen vardır onlara dair. Bu kirlenmişlik içinde temiz bir soluk için küçükte olsa bir gedik arayamayan insan, elbette klişeler içinde boğularak eyleyen oluşunun avantajını bir umudun belirsizliğine indirgemekten kurtulamayacaktır. Yani bahsettiğim unutma hali belirecek ki bu unutma öznenin tükenmişliğine tekabül etmekte. Başka bir biçimde ifade etmek gerekirse işitilenler düşünmenin önünde bir engele olarak pekâlâ durabilir.

Mesela Aristoteles’in fizik varsayımları üzerine temellenen Ptolemy astronomisi pratik hayat ile-gözlemlerle- ciddi bir uyuşmazlık içinde olan bir teori olması bakımından oluşturulduğu andan itibaren bu uyuşmazlıkların giderilmesi adına birçok destek hipoteze ihtiyaç duymuştur. Aslında uyuşmazlığın temel nedeni Aristoteles’in fizik varsayımlarından kaynaklanıyordu. John Buridan ve Nicole Oresme, iki Ortaçağ düşünürü, hareket ile ilgili varsayımların hatalı olduğuna dair bazı fikirler ve kısmen doğru fikirler geliştirmiş olmalarına karşın Aristoteles fiziğinin mutlak doğru olduğuna dair olan inançları, fikirlerini kendilerinin bile kabul etmesini engellemiştir. Yani arananı bulmuş olmalarına karşın beklenenin kıskacına takılmışlar. Düşünmeyi bir kenara bırakıp işitilmiş olanın mutlu rahatlığı içinde unutmuşlardır eyleyen olmayı.

Düşünmeyi ve bu yüzden de bulmayı engelleyen bu işitilene kurban etme, özgür eyleme alanını…

Her ne kadar alıntı düşünmenin olumsuz bir eylem hatta kötü olduğunu vurgulasa da ben bunu bir alay olarak görmeyi tercih ettim. Artık düşünme tehlikesinden uzaktayız… Bu, cehaletin verdiği o tatlı sarhoşluk halindeki, fırtınayı hiç hissetmeden hatta gelişinden bihaber, derme çatma bir barakanın içinde, mutlu mesut sayıklama durumundan başka nedir? Evet, mutlu insandır cahil insan. En mutlusudur yaşam belirtisi gösteren mahlûklar arasında. Nasıl mutlu olabilir ki arayan, düşünen insan?

Nereden gelmiş bütün bu cesetler… Bu iskeletler… Biraz düşünmüş olmalıyız… Cesetler ve iskeletler aslında düşünceleri simgeliyor burada en azından ben böyle anlıyorum. Yürüdüğümüz yol gerçekten de bir mezarlıktan farksız ama eylemenin gücünü elinde tutabilen biri, etten kemikten canlı bir vücut ortaya koyabilir ancak. Eserinin mimarı olduğunun bilincinde olan, beklemek yerine aramayı seçebilen biri…

Elbette öyle anlar var ki, öyle durumlara gebe ki hayat elimizden gelen sadece beklemek. Ama zaten mesele de biraz bu değil mi? Arananla beklenenin tam ortasında, eyleyen ben ile edilgen benin ayrımının bilincinde kök salmak hayata…

Burada Çok Anlamlı Bir Başlık Hayal Edin

Eskiden, orada burada kalırdım, geceyi başka evlerde, başkalarının evinde geçirirdim, ve sık sık insanlar da bize gelirdi. Çok fazla içtiğim ya da başkalarının yanında sıkıntılı olduğum için, hep bir yan odaya geçer, erkenden uyumaya giderdim. Her zaman değil ama sık sık. Bu zamanlarda, yan odadan gelen sesleri dinlerdim. İnsanların seslerini ayırt edebilirdim, ama söylediklerini değil. Bazı sözcükleri tanımlardım, ama diğer kelimeler o ayırt etmesi zor mırıltıda yokolurdu (Herkesin sesinin bir rengi vardı).

Bir süre sonra, ben öyle acı çektiğim için, konuşmaları çarpıtırdı aklım. Benim hakkımda konuşuyor olurlardı, kötü şeyler söylerlerdi hakkımda, benimle dalga geçerlerdi. Ya da ahlaksızca şeylerden bahsederlerdi, onlar için yüzüm kızarırdı ve hepsinden iğrenirdim.

Bu anlaşılmaz konuşmayı dinledikçe delirecek gibi olurdum, ama dinlememezlik de edemezdim. Konuşma, çok az kelime duyulduğu için, tamamen anlamsız olurdu benim için. Elbette bir anlam vardı ortada ama ben duyamıyordum, sadece elimdeki bir kaç kelimeyle, çaresizce anlamaya çalışıyordum konuşmanın ne anlama geldiğini. Gittikçe içim daha çok sıkılırdı, kafayı iyice takardım bu olaya. Gülerlerdi, bağırırlardı, susarlardı. Hiçbir anlam çıkaramazdım, o gecelerden anlamlı bir konuşma hatırlamıyorum aklımda kalan. Yalnızca korkunç bir sıkıntı ve çaresizlik.

Bu konuşma ise yine benim için tamamen anlaşılmaz ama tek iyi yanı kelimelerin açıkça ortada olması. Kelimeler ortada, ama anlam yok. Bir şey hakkında konuşmuyorlar “Godot” hikayesinde. Ama dinliyorum yine de, bir anlam çıkarabilmek için. İçimde korkunç bir sıkıntıyla, acaba benim hakkımda mı konuşuyorlar, acaba bilmediğim ne gibi felaketlerden bahsediyorlar, ben bakmıyorken ne kadar karanlıklar? diye.

Konu zaten Godot değil, ne de oyunun hiçbirşey hakkında olması, bütün hikaye benim için o korkunç kopukluk. Yalnızca bir yan odada olmak ta gerekmiyor. İnsanlarla gülerken, konuşurken, yaşarken, sevişirken, bazen bakakalıyorum, acaba ne diyor diye, bazen kendime şaşırıyorum, ben ne hakkında konuşuyorum diye.

Godot’yu beklemek bir bahane. Anlamayacağını bile bile konuşmak bir başkasıyla, onun kafasına çaka çaka anlatmak, anlatmak, anlam iletmeye uğraşmak bir başkasına. Tartışmalar yapmak, fikirlerini savunmak. Kafasına vururmuş gibi, anlatmaya çalışmak. Yan yana duralımda, en gereksiz nedenler için, yanımda herhangi biri olabilirdi, hiç bir özelliğin yok, yeter ki yanımda birisi dursun, ve bu anlaşılmaz hikayemi dinlesin, ağzımdan fışkıran bu anlamlara baksın, kafasını sallasın, anlıyormuş gibi yapsın, ben kendimi anlıyormuş gibi yapayım, söylediklerim anlamlıymış gibi yapayım, merak etme seni de anlıyormuş gibi davranırım.

Aramak ve bulmak üzerine bitmemiş bir deneme …



Arkadaş Türkçe Sözlük’ü hazırlayan Ali Püsküllüoğlu, “aramak” eylemini tanımlanırken “bulmak” eylemine, “bulmak" eylemini tanımlanırken de “aramak” eylemine göndermede bulunmuş. Tanımlar şöyle:

Bulmak: 1) var olduğu bilinmeyen ya da bilindiği halde göz önünde olmayan bir şeyi “arayarak” ortaya çıkarmak.

Aramak: 1) bir kimseyi ya da bir şeyi “bulmak” için araştırmak.

Sözcüklerin başka anlamaları da var; ama konu ekseninde onlarla bir ilgimiz yok.

Tanımlardan anlaşılabileceği gibi aramak, bulmayı önceliyor, e.d. bulmak için aramak, e.d. bir şeyi bulabilmek için onu aramış olmak gerekiyor. Yukarıdaki tanımlar kapsamında aslında aramıyor olduğum şeyin – bir şekilde – karşıma çıkması onu bulmuş olmam anlamına gelmiyor; çünkü bulmak, aramayı, arayarak ortaya çıkarmayı içeriyor. Bu noktada soru, aramadan bulmanın olanaklı olup olmadığı.

Aramadan bulmak olanaklı mı?

Ben, naçizane, aramadan bulmanın olanaklı olmadığını düşünüyorum. Bir şeyi ya da kimseyi bulmak için onu aramam gerektiğini; onu arayabilmem ve dolayısıyla aramam sonucunda bulduğumda, bulduğumun, aradığım ve dolayısıyla bulmak istediğim şey olduğunu anlayabilmem için de – daha onu aramaya başlamadan önce – aramaya başlayacağım o-na ilişkin zihnimde bir şeyler bulunması gerektiğini düşünüyorum. Daha kısa bir ifadeyle “ne” aradığını bilmeyenin, bulduğu hiçbir şeyin aradığı o şey ya da “ne” olduğunu bilemeyeceği, dolayısıyla ne aradığını bilmeden bulup bulup duracağı; aslında bir şey buluyor da olmayacağı düşüncesindeyim.

“Ne aradığımı bilmek”, o aradığımı bulmak yolunda olmazsa olmaz bir araç bana göre. Ne aradığımı bilmeden, o aradığımla karşılaşmam, aradığımın ve bulmak istediğimin o olduğunu bilmediğimden, onunla karşılaşsam da onu bulmamın önüne geçecektir. Onunla karşılaşacak; ama onu bulamayacağımdır. Diğer yandan onu bulduğumu sanmalarım da “bulduğumu sanmak”tan ve süreğen bir düş kırıklığından başka bir şey olmayacaktır. “Bulduğumu anlamak” yerine bulduğumu sanmayı sürekli tekrarlıyor olmamın ve bu tekrar dolayısıyla süreğen düş kırıklıklarımın nedeniyse ne aradığımı öğrenmemin, bulma yanılsamalarım üzerine kurulmuş bir deneme-yanılma yöntemine dayanıyor olmasıdır. Eş deyişle ne aradığımı bilmek ve o aradığımı bulmak yerine; buluyor – daha doğrusu – karşılaşıyor olduklarım üzerinden arıyor olduğumun ne olduğunu bilmeye çalışma yöntemim, sözünü ettiğim.

Bir kimseyi ya da bir şeyi “bulmak” için araştırmak, e.d. aramak, o şeyin ya da kimsenin peşine düşen kişinin o şeye ya da kimseye ilişkin bilgi sahibi olmasını gerektirir. Var olduğu bilinmeyen bir şey olsa da bulmak istediğim ya da var olduğunu bildiğim; ama görünür olmayan bir şey olsa da aradığım, aradığımın ne olduğunu bilmem, o var değilse, onu var kılmayacaktır belki; ama görünür olması halinde onu gözden kaçırmamın da önüne geçecektir.

Eğer aradığım, daha öncesinde ne olduğunu bildiğim; dolayısıyla bir biçimde bulmuş olduğum; ama şimdi göz önünde olmayan; dolayısıyla yine arıyor olduğum bir şeyse, onu tekrar bulmama ilişkin olarak – ne olduğunu daha önceden biliyor olmamdan dolayı – bir sorun gözükmüyor. Ancak var olup olmadığını bile bilmediğim bir şey veya kimse söz konu olduğunda o şey/kimse görünür değilken, deneyim alanıma hiçbir şekilde katılmamışken onunla ilgili nasıl bir bilgim olabilir?

Bilginin tek kaynağı deneyim değildir, diyerek kaçabilirim bu sorudan ve usa, usun ne aradığını bilmek yolundan ne aradığına ilişkin kendi içinde sorduğu sorulara, oradan da Heidegger’e sığınabilirim belki:

Heidegger, Varlık ve Zaman’ın giriş bölümü, “Varlık sorusunun biçimsel yapısı” adlı ikinci kısmında, her sorgulamanın bir arama/arayış olduğunu ve her arayışın aranandan önce yönünü belirlediğini belirttikten sonra sorgulamanın, varlıkların nelikleri konusunda bilen bir araştırma olduğunu ekliyor.

İşte bu sorgulama yoluyla ki arama/arayış kör değil; bilen bir arayışa, ne bulmak istediğine ilişkin önceden – ortalama ve belirsiz de olsa – bir kavrayışa sahip bir arayışa dönüşüyor …



Düşünmekten öte, Godot'ya dair...

Ben Godot’yu Beklerken’le, gelinmeyeceğini bile bile gelmeleri beklerken, bekleyişlerin (bazı) bekleyenler tarafından sadece ‘beklemek’ eylemiyle meşrulaştırıldığı ve tükenmemek için düşünmeyenlerle birlikte yaşadığım dünyada tanışmıştım. Bu öyle bir dünyaydı ki herkesin bir Godot’su ve farklı beklentiler (Godot'lar) için farklı ‘bekleme’ biçimleri vardı. Bazı bekleyenler ise ağaç olurlardı beklemekten. Bu iyi miydi kötü müydü hiç bilemedim. Bilemedim çünkü beklentiler (an gelip gerçek olanlar), içinde umudu barındırırken düş kırıklığını da doğurabilirdi. Bu nedenle “ağaç olmak” mı daha iyiydi yoksa beklentinin gerçekleşeceğine zorla inanıp (kendini inandırıp demeliyim) Godot’yu beklemekten hiç vazgeçilmemeli miydi bunu da bilemedim. Bildiğim ise Godot’nun hep beklenen olduğu, beklenen ama hiç gelmeyecek olan olduğuydu. Aslında Godot’yu bekleyenler onun gelmeyeceğini bilmek istemeyenlerdi ve belki de Godot salt umut edilen herşeydi. Tarkovsky’nin Stalker’ındaki “bölge” gibi, en gerçek olan isteği ve umutlananı gerçekleştirecek olan “bölge” gibiydi Godot. Sanki gelse, her şeyin muştusu olacaktı ancak gelmesi diye bir şey (bir gerçek) yoktu…

“Vladimir: Biraz düşünmüş olmalıyız.”a doğru, farklı ‘bekleme’ biçimleri hakkında...

Godot’yu ‘beklemek’, bu dünyadaki varoluşu “ne fark eder ki” ye indirgemekti belki. Karşılaşmalarla, zorunluluklarla ve sözcüklerle geçirilen zaman aslında “fark etmez”ciliğin sonucu olmuştu. Var olduğuna inanılan ya da var oldurulan her şey olabilirdi Godot ve o, bekleyişlerin “kahraman”ı olmuştu; ancak o bekleyişler düşündürmezdi insanı. Godot’yu beklediğini unutsa ve biraz sorgulamaya yani düşünmeye başlasa insan, “gerçek olan yaşanan ve gerçek olmayan yaşanmayan değildir” bile diyebilirdi. Düşünmek, düşünmeyi tercih etmek değildi ve beklerken düşünülemezdi.

Godot ‘aşk’ olsun ve ben bir ‘aşk’ı bekliyorum diyelim. Düşünmeden sadece beklerim; çünkü düşünmüş olmak beklemeyi önceler. Aşkı ‘bekleme’ hali almışsam eğer, zaten öncesinde düşünmüş ve ona anlamımı atfetmişimdir. Aşk’ımı beklerken onu düşünürsem eğer, o aşk beklediğim ve umut ettiğim aşk olmaktan çıkar çünkü sesler işitirim(Vladimir: İnsan ararken birşeyler işitir) ama ben yine de her bekleyişin, içinde gizli bir umudu barındırdığını ve umudun düş kırıklığı olabileceğini de bilerek beklerim. Bu nedenle beklerken sadece beklerim.

Herkes böyle beklemez Godot’yu. ‘Bekleme’yi meşrulaştırmak için (öncesinde) düşünmek gerekir ancak kimisi ise öncesinde düşünmez. İşte bu kötü bir salt bekleyiş halidir ve bu Godot'yu Beklerken'in eleştirdiği bekleyiştir. (Post) Modernlerin sessiz çoğunluk dediklerinin bekleyişidir bu.

“Korkunç olan düşünmüş olmaktır” diyor Vladimir. "Cahillik mutluluktur" der gibi. Oyunda da bu hep böyle gider; düşünürler ve ‘bekleme’ hallerindeki gerçeküstü hayattan ve düşüncelerden uzaklaşırlar. Laflarını da kaçınmazlar tabi :

Estragon: Düşünmeyelim diye.
Vladimir: Özrümüz var.
Estragon: İşitmeyelim diye.
Vladimir: Nedenlerimiz var.

Vladimir ve Estragon ise Godot’yu beklerken, Godot’un geleceğine inanır çünkü onlar önceden düşünmüş ve tükenmişlerdir. Bu nedenle Godot'yu beklemek hem onların bekleyişi hem de benim bekleyişimdir.

Godot’yu Beklerken müthiş bir oyundur. Göndermeler, eleştiriler ve hicivler içerir. 1948’de yazılmasına rağmen, her döneme uyarlanabilir. Godot her şey olabilir, küresel ısınmanın olmadığı bir dünyadan, arabaların uçmasına, bir bebeğin doğumuna, kara sevdaya tutulanın sevdasına kadar… Herşey… Ve herkes kendi Godot’sunu bekler…(Eminim, "çoğunluğun Godot'su vardır"diyenler bile vardır)

Bu yazının iyi bir bekleyiş yazısı olmadığını biliyorum. En iyisi ben bekleyişimi yazmaktan öte, Godot’yu beklemeye gideyim.

5.10.2008

Üç

İnsan sona ermemiş doğdu büyük boşluktan; yaratılmamış, bitmemiş; bir bebek, bir çocuk, olgunlaşmamış; bütünlenmemiş bir şey. Kendi işidir bütünlenmek, yetkin bir duruma geçmek en sonunda, çözülmez salt varlığı gerçekleştirmek; geceyle gündüz arasında bir yıldız gibi başsız sonsuz, öbür acuna bakan; baştan sona bütünlenmiş yaradılışın acununa, yaratandan daha yetkin, yaratılandan daha bütün; yaşamın kendisinden öte yaşayan, ölümden öte ölümlü, ikisinde de var olan, ikisini de aşan.

D.H.Lawrence, Anka Kuşu, s.28

...

İnsan bütünü arzular…

Zor bir seçimdir yaşamak. Yaşamak tabi yaşamaksa zordur. Biyolojik varlığının ötesinde kendine dair, diğerlerine dair, her şeye dair düşünen insan yaşar. Ya da yukarıdaki alıntıda bahsedilen yaşamayı ben biraz böyle anlıyorum. Ve böyleyse, bir seçimdir yaşamak. Hayatta kalmanın ötesinde…

Birbirinden bağımsız hiçbir an anlamlı değildir. Değerlidir ama anlamlı değildir. Anlam ancak bütünselliğin çerçevesinde şekillenir. Bunu yapabilen insan yaşayan insandır. Ay altı âleme özgü bir lanetin tek talibi olan insan yaşayabilendir, ancak anlamlı hale getirmeye çabalıyorsa etrafında dizileduran anları bir araya getirmek için.

Bu açıdan yaratılmamıştır insan. Anlamı kendi kurar. Onda hazır olan, ekli olan bir şey değildir. Deneyimleri ile belirginleşir, düşünceleri ile derinleşir yaşamı. Kendi işidir bütünlemek çünkü varlığının dışında olan ve olabilecek hiçbir şey bütünlüğü verebilecek kadar tam değildir. En azından kendi varlığı dışında kaldıkça bütünün, bütün eksik kalır. Yani insanın yetkinliği yaşamasında saklıdır. Etrafımızda dolanan her insan yaşayacak diye bir şey yok. Nefes alıyor diye insan değildir insan! Yetkinliğini kullanmaya hevesli kim varsa o insandır işte.

Yaratılandan daha yetkin oluşu insanın çabasından ötürüdür. Yaratan zaten bütünün kaynağı veya ta kendisidir. Buradaki yaratan herhangi bir yaratan olabilir. İster tek tanrılı dinlerin yaratanı olsun, ister tümtanrıcının doğası olsun ister bilimcinin evrimi olsun; insandan daha yetkin değildir. Yaşayabilen insan bütünün peşinde her an yetkinliğini konuşturur, kullanır onu. Bilinmeyenin sınırlarına yaklaşma adına bilineni basamak basamak kullanır, üst üste koyar ve bir yapı inşa eder. Hangi yaratan böylesine zahmetli bir işe kalkışabilir ki? Kendinde olmayan, mevcut olmayan, bilgisine sahip olmadığı bir şeyi nasıl oluşturabilir yaratan? Tanım gereği imkânsızdır bu yaratan için ki hangi yaratandan bahsedersek bahsedelim. İnsanın, karşısında edilgen kaldığı eyleyen yaratan…

Yaratılandan daha bütün çünkü hiçbir nesne anlamını kendince bulamaz, değer kazanamaz. İnsan bütünleştirir onları. Ancak insan ilişkilendirir düşen bir taşı yer çekimi kuramı ile ve insandan başkası değildir gülü aşkın sembolü haline getiren. Nedenler ve sonuçlar, tahminler, varsayımlar hep nesneler etrafında dönse de devindiren insandır hepsini. Birbirinden bağımsız birçok parçanın bir araya geliş nedeni insanın bütünü yakalama arzusundan başkası değildir.

Platon’un İdealar Dünyasını, Aristoteles’in Ereksellik kavramını, Descartes’in solipsizmden kaçış noktasını, Kantta aklın yanılgıya düştüğü yeri, Viyana Çevresinin metafiziği attığı noktayı bir de bu varsayım üzerinden okumaya çalışırsak, insan bütünü arzular, alıntı daha bir anlam kazanıyor. Tüm felsefe tarihi üzerine konuşabilecek bilgim yok hatta az önce adını andığım filozofların görüşlerine bile tam anlamı ile hakim değilim. Ama ister istemez bir düşünce belirmeye başlıyor zihnimde. Bir bakıma tüm felsefe insanın bütünü arama arzusunun ürünü…

Yalnızca felsefe değil, bilim de böyle din de böyle. İnsan yetkinliğini konuşturma adına, parçalara anlam yükleme adına ulaşabildiği ne varsa toplama çabası içinde bir bütünün çatısı altında. Bir inşa etme işi bu. Geometri yapmak ile fizik yapmak arasında bir fark yok bu açıdan. Hepsi insanın kurduğu suni yapılar… Ama bir o kadar temsili gerçeğin, çünkü gerçek tam da o suni yapılar, yani insanın yetkinlik çabası.

Peki, bu bütün denilen şey, her neyse artık bu, hem bu yazıda hem de alıntının alıntılandığı denemede sıkça bahsedilen bu bütün ne?

“Yüzümü çeviriyorum, kör ama gene de bilen yüzümü; güneşe dönen bir kör adam gibi, yüzümü bilinmezden yana çeviriyorum, başlangıca; yüzünü güneşe kaldıran kör adam gibi yaradılışın kaynağından içime süzülen akışın tatlılığını seziyorum. Kör, sonsuza değin kör, ama bilen; payımı alıyorum, kendi kendime öğreniyorum yaratıcı bilinmezin gücünü.”

Lawrence, Anka Kuşu, sayfa 29

Bilmiyorum. Kimse de bilemez. Ancak bilmeye çalışırız. Hiç olmayabilir de. Zaten mesele onun ne olduğundan öte bir mesele. Onun ne olduğuna dair düşünen insanın ne ürettiği, ne ortaya koyduğu. İlla gelmesin aklımıza kalın kitaplar, pekâlâ bir yaşam da konulabilir ortaya. Yaşamca bir yaşam… Bahsettiğim arzuyu, içgüdüyü inkâr etmek bile, bütünü inkâr etmek bile bu arzunun ürünü değil mi biraz ve bu yüzden de değerli değil mi?