7.12.2008

On

"İsteriz ki yaşam anlam taşısın; ne var ki, yaşam ancak bizim kendisine verebileceğimiz kadar bir anlam taşır."


Herman Hesse; Sevgi Üzerine, s. 172



24.11.2008

Dokuz

Mills: Wait a minute, I thought all you did was kill innocent people?

John Doe: Innocent? Is that supposed to be funny? An obese man, a disgusting man who could barely stand up...a man who if you saw him on the street, you'd point him out to your friends so they could join you in mocking him? A man who if you saw him while you were eating, you wouldn't be able to finish your meal. And after him I picked the lawyer. And you both must have been secretly thanking me for that one. This is a man who dedicated his life to making money by lying with every breath that he could muster...to keeping murderers and rapists on the streets.

Mills: Murderers?

John Doe: A woman...

Mills: Murderers, John, like yourself?

John Doe:A woman...so ugly on the inside that she couldn't bear to go on living if she couldn't be beautiful on the outside. A drug dealer...a drug dealing pederast, actually. And, let's not forget the disease spreading whore. Only in a world this shitty could you even try to say these were innocent people and keep a straight face. But that's the point. We see a deadly sin on every street corner, in every home... and we tolerate it. We tolerate it because it's commonplace. It's trivial. We tolerate it morning, noon, night. Well, not anymore. I'm setting the example. And what I've done is going to be puzzled over...and studied...and followed... forever.

Se7en

16.11.2008

Sekiz

“… buradaki insanların davranışında ileriyi görememek ve hayal gücü eksikliği de rol oynuyordu – anlık yaşadıkları için her şeyin her an değişebileceğini göremeyen, değişikliğe doymayan ve o sabırsızlıkla zamanı tüketen insanlar.”

Thomas Mann, Büyülü Dağ (c.2) s.31

9.11.2008

Yedi

Bazen aklım almıyor; onu yalnızca ben, öylesine içten, öylesine dolu dolu severken, ondan başka hiçbir şey görmez bilmezken, ondan başka hiçbir varlığım yokken, nasıl olurda onu bir başkası da sever, sevebilir.

Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Anıları, s.69

...

Seven, sevileni Tanrısallaştırmıştır. Sevenin ondan başka hiçbir varlığım yokken deyişi bu nedenledir. Sevileni var etmek dolaysız bir ilişkinin ve bilinç sayesinde bilinçten arınmış sevginin ürünüdür. Sevilen bu haliyle katıksız sevendir. Sevilenin başka sevenlerinin olmasını anlamanın olanağı bu nedenle yoktur çünkü seven ‘ben’, sevilen ‘ben’de kendinden başka kimseyi görmez aslında. Dolayısıyla, bilinç bu anlamıyla ortadan kalkmış, sevilen ‘ben’ seven’in özneliği olmuştur. Sevilenin sevenin varlığında ‘var olması’ yani seveninde sevileninde aynı öz(ne)de olması bu nedenledir.
Sevilenin başka birileri tarafından sevilmeye başlaması, sevilenin seven özneye denk var oluşundan çıkıp nesneleşmiş (şeyleşmiş) olması demektir. Bu da sevmeyi bilinçe indirgemektir. Bilincin karşısında olan her ‘şey’ gibi sevilende nesneleşmiştir; ancak sevilenin ‘şey’ olma durumu, sevileni seven ‘diğer’lerinin varlığından ileri gelmektedir. Bu ‘şey’leştirme durumu, bilincin seven ve sevilene dışsal ‘şey’lere farkındalığıyla çakışıktır. Sevme durumundayken dışsal farkındalıklara kapalı olan sevenin bu çakışmayı farketmesiyle, diğer sevme durumlarını olanaksız bulmasıda doğal olarak olanaktır, olanaklıdır. Sevilenin temsili dışarda değil sevendedir, aslında sevende zaten solipsisttir. Sevilen sevendir; seven için, sevileni seven diğerlerinin varlıklarının mümkün olmayışı işte bu nedenledir. Aslında Tanrı'nın ve Tanrısallaşmış sevilenin varlığı gibi, sevileni seven diğer sevenlerin olamayacak oluşuda solipsist sevenin Descartes'çı işgüzarlığındandır.

...

"Bir uykuyu cânanla berâber uyuyanlar,

Ömrün bütün ikbâlini vuslatta duyanlar,”

Yahya Kemal Beyatlı, Vuslat


Anlatılamayan, aktarılamayan, akıl ile kavranamayan ve bilhassa aklın akılsal zemini üzerinde ağır aksak, yalpalayarak yürürken gedikler açan, onunla çelişen, çeliştikçe güzelleşen, büyüyen ve sanki bizim bu tutarsız şapşal durumumuzdan belli belirsiz bir haz duyan, bizimle eğlenen; atamadığımız, satamadığımız pekte kurtulmak istemediğimiz bir şeydir âşk. Aslında varlık demek istiyorum aşka ama bugün, bu yazıda değil.

Her âşık ahmaktır. Boş bakan gözleri, boş sözleri, abuk sabuk tutarsız davranışları bir olur, tanıtır âşık olanı sanki alnında yazıyormuş gibi. Âşık böyle dolanır durur ama elbette bu dışarıdan bir gözlemcinin deneyimlemediği bir durum hakkında akılsal yorumundan öte bir şey değildir. Âşığa göre âşk nedir?

Aşk! Ne kuvvetli ne tesirli ne görkemli bir kelime… Sevginin ötesinde, sevgiyi kapsayan, sarmalayan, yutan, tüketen bir duygu bu… Âşık her zaman umut dolu gözlerini sevilenin ufkuna çevirir, çevirir ki bir kıvılcımı kora çevirebilsin. Acı çekmekten duyduğu hazzı arttırabilmek için bir âşık, her çareye başvurur. Sevilenin adını binlerce kez anar, attığı her adımın izini arar yollarda, gözlerine gözlerinden bir perde çeker de o mukaddes anı bozmamak için nefes almayı bile haram sayar kendine. Sevdiğinin dışında var olan hiçbir şey onun dikkatini çelemez, tüm varlığını onunla katıştırmak için çabalar durur. Yani âşık, âşkından mürekkeptir. Âşkından öte, âşkından beri hiçbir şey değildir. O kadar ki, kendi vücudu bile fazladır ona sevdiğinin yanında, ellerini koyacak yer bulamaz, ayağı tökezler yürürken…

Kulağa tuhaf gelen akıl ile çelişen bir durumdan bahsediyorum ki okuyan anlayamaz benim yazarken anlayamadığım gibi ama aklını bertaraf etmeye çalışarak deneyimlerinin üzerinden düşünerek değil, yalnızca hissetmeye çabalayarak az çok dediğimin farkına varabilir. İşte dostum Werther, anlayamayacağımız ama bir ihtimal hissedebileceğimiz duyguların sarhoşluğu ile Bazen aklım almıyor; onu yalnızca ben, öylesine içten, öylesine dolu dolu severken, ondan başka hiçbir şey görmez bilmezken, ondan başka hiçbir varlığım yokken, nasıl olurda onu bir başkası da sever, sevebilir derken tamamen ahmak, tamamen şapşal, tamamen âşıktır.

Âşkından ibaret olma durumu içinde kavranabilir değildir, sevilenin bir rakip tarafından kendisi gibi sevilmesi. Kendisi anbean tükenir, erir sevilenin gölgesinde, ona karışır, bir bütün, bir tek olmaya doğru yol alır. Ama bu öylesi zor bir iddiadır ki âşığın aklı ilk defa, aslında varsayılan âşkın imkânsız olduğunu dolaylı olarak, bir rakip üzerinden kavrar. Fakat öylesi küçük bir andır ki bu yalnızca rakibinin sözde âşkını inkâr etmeyi mümkün kılar ve sonra kaldığı yerden devam eder acı çekmeye âşık. Böylemi olmalıydı; insanın mutluluğunu oluşturan şey, aynı zamanda kederinin de kaynağı mı olmalıydı?

Kendi varlığı ile doldurduğu âşk, elbette sevilenin varlığından başka bir varlığı hele bir rakibi kabul edemez.

Böylesi bir âşktan ya onu söküp atarak kurtulmak mümkündür, ya da onun çekiminde tükenmek kaçınılmazdır. Bir âşk ki insanın belki de en büyük arzusunu, en kuvvetli içgüdüsünü yenerek varlığına son verdiriyor kendi elleri ile. Bir sevilen ki sevene ümit olarak intiharı sunuyor. Bu şekildeki bir kördüğüm nasıl çözülür? Makasla kesmeniz lazım ipi, çözemeyeceğiniz kadar körse düğüm. Koparmanız lazım bağlantı yerini. Koparmanız.

İşte bu bakımdan çok özel bir durumdur âşk, akla rağmen var olmaya devam eder. İntiharı bile mümkün kılar. Yine de âşk üzerinden bir yerlere gelmek olası gibi duruyor. Âşk üstüne bir şiirin farklı bir ekinde, çok eskiden yazılmış olması bile bizde âşka dair, kendi âşkımıza dair bir takım izlenimler uyandırmasına engel olamıyorsa ve böylesi bir başarıyı aklın hiçbir ürünü sağlayamamışken, âşkı en azından bir başlangıç noktası olarak düşünmemiz pekte iğreti durmuyor. Belki de âşkın özelinde, duygular ya da hissedilen o şeyler her neyse, onlar üzerinden bir mutlak arayışına gidilebilir. Ne de olsa âşk aklın yanılgıya düştüğü, bocaladığı yer değil midir? O halde belki aklın tıkandığı yeri açmak bir şekilde mümkün olabilir.

Âşkı anlamak ne kadar imkânsız ise, âşkı hissetmek, dahası yaşamak o kadar kaçınılmazdır. Mesele onun nasıl vuku bulduğu, nasıl karıştığıdır kanımıza…

2.11.2008

Altı

Yine de katilliğe alışmak zor. Evde duramıyorum, sokağa çıkıyorum, sokakta duramıyorum, öteki sokağa yürüyorum, sonra o sokaktan sonrakine yürüyorum ve insanların yüzüne baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçirmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini. Bu küçük ve talih meselesi yüzünden, insanların çoğunun benden daha ahlaklı ya da iyi olduğuna inanmak zor. Olsa olsa henüz cinayet işlemedikleri için biraz daha aptal suratlı oluyorlar ve bütün aptallar gibi iyi niyetli gözüküyorlar. Gözünde bir zeka ışıltısı, yüzünde ruhundan yansıyan bir gölge gördüğüm herkesin gizli bir katil olduğunu anlamam için o zavallıyı öldürdükten sonra, İstanbul sokaklarında dört gün yürümem yetti. Yalnızca aptallar masumdur.

Orhan Pamuk; Benim Adım Kırmızı, s.23

...

İdealize edilmiş kavramların üzerinden konuşur etik kuramlar. Etiğin doğasında vardır bu, olan karşısında rahatsızlık duymanın, olması gereken hakkında düşünmeye sevk etmesi ve böylece ortaya çıkan düşüncelerin tutarlı bir bütün halinde, az çok bilgi kıvamında, mutlak olarak servise sunulması. Bir topluluğun, genelde hakim topluluğun, çıkarlarına ters düşmemesi, yaşam biçimleriyle kesişmesi ve gündelik hayat sırasındaki edimlerin ve eylemlerin meşru kılması… Etiğin ya da bir etik kuramın işlevi budur. Kendisi ya da amacı budur demiyorum ama işlevi budur.

Böylesi zor bir işi ilke edinmek görünen dünyanın ötesine geçmek gerektirir, olsun veya olmasın… Dinamik bir şeydir oysa yaşam; durdurmak ne kadar imkânsız ise onu, kalıplar içinde yaşamak bir o kadar imkânsız ve manasızdır. Deney ve gözlemin aklın mutlak alanını terk ettiği, dolaysız olarak doğruları teori odaklı gözler önüne seremediği etik alanda; makul bir fikir öne sürmenin kıstası, gerçekle birebir uyum içinde olmayan, bilhassa karşılığını gözlemlemenin mümkün olmadığı ama deneyimlerin ve gözlemlerin soyut imgelemler olarak yorumlanması sonucunda elde edilebilecek veya elde edilmesi umulan, ideal ve mutlak kavramlar üretmek o etik alanı var eden kıstastır. Masumiyet gibi…

Masumiyet etik bir kavram mıdır? Tartışılır. Yine de etik ile olan bağı yadsınamaz ya da hiçbir etik kuram bu alana gönderme yapmadan tamamlanamaz, en azından dolaylı olarak bahseder ondan. O halde masum olduğunu iddia eden birisi “masumiyet” kavramının içermediği, tanımlamadığı veya onunla çelişen, hiçbir edim veya eylemin eyleyeni olmamalıdır. Sadece aptallar masumdur bu bakımdan haklı bir iddia. Çünkü masum olmak ya da bir bireyin masum olması ancak ve ancak o bireyin “masumiyet” kavramıyla çelişmemesi ile mümkündür. Ama herkes çelişir! Belki bir çocuk veya bir bebek, ama ötesi ister istemez çelişir… Dediğim gibi hayat dinamiktir ve salt idealize edilmiş mutlak kavramların ilke edinilemeyeceği kadar karmaşıktır. Durumlar karşısında verebileceğimiz tepkilerin matematiksel fazlalığı -mümkün olanın olasılıkları- açısından bile böylesi durağan bir kavrama, hatta herhangi bir kavrama, uydurulmuş, eklemlenmiş bir hayat düşünülemez. Kaldı ki, süreç halinde olagelen yaşantımızda her anın bir diğeri ile olan canlı bağları düşünüldüğünde, etik bir kavrama kelimenin tam anlamıyla bağlı kalarak yaşamak tasarlanabilir bir şey değildir. Eğreti durur. Hayat, hayat gibidir işte… Bildiğiniz, yaşadığınız gibi…

Buraya kadar bahsedilmeye çalışılan durum, “masumiyet” gibi bir kavramın, bir bireyin hayatının her anında belirleyici olamayacağına dair. Çünkü kavram üretmek, birincil durumlar üzerinden soyut genellemeler yapılarak mümkündür hele ki bu genelleme etik alana dair bir genelleme ise kavramınızı mutlak ile süslemek bir gelenektir. Birincil durumların değişkenliği böylesi bir kavramın, en azından pratik olarak gerçekliğini gölgeler. Peki, bir bireyin hayatının herhangi bir anında, herhangi bir ediminde veya eyleminde masum olması, masumiyet ile çelişmemesi mümkün müdür?

Açlıktan neredeyse ölmek üzere olan ve parası olmayan bir adamın, Kuğulu Parkta bir simit tezgâhından, bir tane simit çaldığını ve bu olayın yalnızca o an bankta oturan bir başka adam tarafından görüldüğünü ve bu adamın olaya göz yumduğunu düşünün. Burada her üç adam da baktığınız açıya göre masumdur ve masum değildir. Simidi çalan adam masum değildir çünkü kendine ait olmayan ve bir değere sahip olan bir nesneyi bedelini ödemeyerek almıştır. Hem o simidi üreten kişinin emeğini ve parasını, hem o simidi satan adamın emeğini ve parasını çalmış, hem de hırsızlık yapıp toplumun yazılı kurallarını ihlal ederek toplum düzenini bozmaya yeltenmiştir. Bu adam masumdur çünkü o an açlıktan ölmek üzeredir ve o simidi çalmaktan başka çaresi yoktur, varsa bile açlığından dolayı aklını o an kısıtlı kullanmış bir başka çare düşünememiştir. İlk aklına gelen yolu, hayatta kalmak için uygulamıştır; bir bakıma bu hareketi yapmasına neden olan şey, türünün evrim ile kazandığı ve hatta türünün yok olmamasının tek nedeni olan şey olduğu için -hayatta kalma içgüdüsü- davranışı evrimsel olarak açıklanabilir ki bu bakımdan masumdur. Simitçi masum değildir çünkü o an işiyle meşgul olması, simit satması ve satacağı simitleri kollaması gerekirken kuğuları izlemeyi tercih etmiştir. Böylece çaldırdığı simitle hem onu üretenin emeğini ve parasını, hem kendi emeğini ve parasını hem de sorumlu olduğu kişilerin (belki ailesi, çocukları, karısı) parasını çaldırmıştır. Bir bakıma bu açıdan bakıldığında bunun nedeni kendisidir, belki haklıdır ama masum değildir. Öte yandan masumdur çünkü simit tezgâhından kendisinin haberi olmadan, üstelik tezgâhının başındayken ve bir anlık dalgınlığı sonucunda çalınmıştır. Kendisinin o an müdahale etme şansı yoktur. Bankta oturan adam masum değildir, çünkü birinin hırsızlık yaptığına şahit olmuş ama bu duruma göz yumarak parçası olduğu toplumun yazılı kurallarından birinin ihlal edilmesine ve dolayısıyla o kuralın işlevini yerine getirememesine neden olmuştur. Bir vatandaş olarak görevini yapmamış, toplumsal düzenin bozulmasına dolaylı olarak katkıda bulunmuştur. Simit çalan adamın başka bir suç işlemeyeceğinin, kuralları bir daha bozmayacağının garantisi yoktur ve uymayacağı her bir kural toplum huzuruna zarar verecektir. Bankta oturan adam masumdur çünkü adamın aç olduğunu, çaresiz olduğunu fark etmiş yaptığı davranışın kimseye doğrudan büyük bir zarar vermeyeceğini düşünmüştür. Müdahale ettiği takdirde hem simidi çalan adamın yaptığı yanlış davranışı ortaya çıkararak gururunu kıracak hem belki de simitçi aşırı tepki göstereceği için o an parktaki huzurlu ve neşeli ortamın bozulmasına neden olacaktı. Ya da simitçinin haklı olarak simidi çalan adamın ceza almasını istemesi ile durum yargıya, en azından polise intikal edecek ve iki kurum o an böylesi küçük bir sorunla uğraştığı için, toplum huzuru açısından daha önemli ve acil sorunlarla uğraşamayacaktı.

Bu uzun ve karmaşık düşün deneyi aracılığı ile rahatça söylenebilir ki “masumiyet” gibi bir kavram, o kavram üzerinden konuşacağımız herhangi belirli bir anda bile kesin ve mutlak bir yargıya varmamıza olanak tanımıyor. Bu açıdan sadece aptallar masumdur yine haklı bir iddia çünkü her durum farklı okunma potansiyeline sahiptir. Okuyana göre değişen bir şey olması veya okuyanın kültürüne göre değişen bir şey olmasından bahsetmiyorum. Yani kültürel görecelikten öte bir şey söylüyorum. Kuramsal olanın pratik olan üzerine yargıya varmasının pekte olası olmadığını, yani kuramın araçları olan kavramların; yaşanan hayatın gerçekliği üzerine mutlak kıstaslar sunamayacağını söylemeye çalışıyorum. Aksi halde iddiamız kavramların nihai gerçekliklerin kılavuzu olduğu yönünde olmalıdır. En azından etik kavramların yaşanması gereken hakkında söz sahibi olduğunu söylememiz gerekir “masum” olduğumuzu iddia ederken. Belki belirli bir çerçevede haklı olduğumuzu iddia edebiliriz ama masum olduğumuzu söylemek mümkün değilmiş gibi gözüküyor.

Aslında kavramlaştırdığımız her şey için böyle bu, masum değiliz, âşık değiliz, dürüst değiliz, iyi değiliz… Yaşadığımız neyse oyuz biz, kavramlara göre yaşayacak değiliz!

“Masum değiliz hiçbirimiz”

Sözleri, Sezen Aksu ve Meral Okay’ın ortak çalışması sonucu ortaya çıkmış, Sezen Aksu’nun harikulade yorumladığı ve benim de çok sevdiğim o şarkıda dendiği gibi – aslında – “Masum değiliz hiçbirimiz”.

‘Aslında’ mı?

İkisi çok farklı anlamlara sahip olsalar da gerçeklik ve doğruluk (hakikat) kavramlarından hangisini “asıl” sözcüğünün karşılığı olarak seçerseniz seçin, masum olmak ya da masumiyet hakkında işin gerçeğini ya da doğrusunu (hakikatini) söylemek kolay değilmiş gibi görünüyor bana.

Karşıt uçların bir doğru veya doğru parçası üzerinde değil de bir çember üzerinde bulunabileceği olasılığını düşündüğümde bir karşıt uçtan diğerine atlamanın ya da geçmenin çok da zor olmadığı izlenimine kapılmam güç olmuyor benim için. E.d. biraz önce ‘hiçbirimizin masum olmadığını’ işin aslı da buymuş gibi ‘iddia eden’ ben, biraz düşününce tam tersini, e.d. ‘hepimizin – aslında – masum olduğu’ fikrini de o denli kabul edilemez bulmuyorum. Az önce de belirtmeğe çalıştığım gibi nelere ilişkin olursa olsun gerçeklik ve hakikat konuları kendi içlerinde zaten sorunlu meseleler – öyle olmasaydı 2500 yıllık engin Batı felsefesi tarihi ya da ondan çok daha kadim Doğu öğretileri bu konularla uğraşmazdı – bir de ‘masumiyet’ gibi sınırlarını çizmenin kolay olmadığı bir kavram söz konusu olunca işin ‘aslı’na değinebilmek iyiden iyiye güçleşiyor.

Benim Adım Kırmızı adlı kitabında Orhan Pamuk’un ‘katil’in ağzından ortaya attığı iddia ‘yalnızca aptalların masum olduğu’ yönünde, e.d. şöyle deniyor iddiada: “Yalnızca aptallar masumdur.”

Tüm paragraf boyunca arka planda ilerleyen ironi bu ifadede orta çıkıyor, e.d. ‘yalnızca aptallar masumdur’ deniyor; ama aslında düşünülen ve söylenmek istenen ‘aptalların bile – aslında – masum olmadığı’. Yine bir ‘aslında’ sözcüğü; ama bunun neden kullanıldığını açıklamak, yukarıda kullanılan ‘aslında’ sözcüğüne oranla daha kolay olacak.

Ancak ‘aslında’nın bu kez neden kullanıldığını açıklamadan önce, yine yukarıdaki ifade, e.d. “Yalnızca aptallar masumdur” ifadesi bağlamında, aptalların da masum olmaması durumunda geriye hiçbir masumun kalmadığını belirtmek gerekiyor.

Oldukça basit: İfadeye göre masum olanlar, ‘yalnızca’ aptallar olduğuna göre, e.d. aptallardan başka masum olan olmadığına göre; eğer aptallar da masum değilse, geriye hiçbir masum kalmıyor: Bir tür ‘Masum değiliz hiçbirimiz’ durumu.

Peki aptallar masum mudur? İfadenin dile getirdiği öyle oldukları; ama aynı ifadenin tam tersi bir anlamı da kastetmesi olanaklı ki ironik ifadelerle ulaşılmak istenen sonuç da budur. Bu noktada sorulabilir, “söz konusu ifadenin ironik bir ifade olduğunu da nereden çıkarttın?” diye. Sonuçta bir ifadenin ironik olup olmamasının o ifadenin biçimiyle ilgisi yok; anlama ilişkin bir şeyler olmalı delil olarak aldığım. İroni konusunu, bu yazının yazılış amacını aşacağından, burada noktalıyım; ama ifadeyi neden ironik bir ifade olarak gördüğümü de hemen açıklayım.

Paragrafın ortalarında şöyle diyor katil: “[…] insanların yüzüne baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçirmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini.”

Zannetmek, e.d. sanmak… Bu konu da az çetrefil bir konu değil; ama girme sanırım, Platon bana yardımcı olabilir. ‘Sanmak’ sözcüğünden sanı sözcüğüne oradan da Platon’un doxa kavramına geçerek bir açıklamaya varmam olanaklı. Platon için doxa, sanı ya da inanca dayalı bilgi anlamına gelir. Bu değişken bilgi türünün kaynağı duyulardır ve duyuların verilerini aldıkları alanlar, e.d. Platon’un duyulur dünyası, sürekli değişen tikel koşulların alanıdır; dolayısıyla bu tür koşulların ürünü olan bilgi türü, Platon’un episteme adıyla çağırdı, değişmeze ilişkin, mutlak/tümel koşulların bilgisi olan bilgi türüyle karşılaştırıldığında güvenilir ve kesin olarak nitelendirilmez. Sorun, sanmak ya da sanı durumlarında kesinliğin tikel koşullara bağlı olması, dolayısıyla sarsılmaz bir kesinliğin de olmamasıdır; çünkü Platon, kesinliği, değişmeyen koşullara bağlı olana ilişkin bilgide arar.

Bir önceki paragrafı özetleyecek olursak doxanın, sanının, zannetmenin söz konusu olduğu durumlarda, güvenilir bir kesinlik olmadığından, başka türlü de olma olasılığı vardır, e.d. bir şeyi ‘öyle’ sandığınızda, siz o şeyin ‘öyle’ olmasına (daha çok) inanıyorsunuzdur. Ancak sizin ‘öyle’ sandığınız şey, ‘şöyle’ ya da ‘böyle’ de olabilir. Sizin bir şeyi ‘öyle’ sanmanız, o şeyin ‘öyle’ olmasını ‘zorunlu’ kılmaz.

Katilin sözleriyle açıklayacak olursak, kişinin kendini masum zannetmesi, o kişinin masum olduğu anlamına gelmez; aynı kişinin masum olmaması da olanaklıdır ki – bana göre – katil de bu ikinci olanağa daha yakın düşüncededir:

Kişinin masumiyeti bir sanıdır. Böyle bir sanının gelişmesinin tikel koşulları ise kişinin eline bir cinayet işleme fırsatının geçmiş ya da geçmemiş olması, e.d. talih veya kaderin oyunlarıdır. Başka tikel koşulların varlığı, kişinin masum olduğuna dair sanısını yıkabilir, dahası onun aslında masum olmadığı gerçeğiyle yüz yüze getirebilir.

İşte katil, kişinin kendi masumiyetine ilişkin düşüncesinin bir sanı olduğunun farkında olarak “Yalnızca aptallar masumdur” der. Aslında aptallar bile masum olmayabilir; dahası değildir katilin gözünde.

Sorun gizil haldeki masum olmayabilme durumunun açığa çıkmamış olmasıdır.

Bu noktaya kadar yazdıklarımda ‘aptal’ kavramını, aptallıkla-masumiyet arasında katilce kurulan ilişkiyi göz ardı ettim. Bunun nedeni katilin

“[…] insanların yüzüne baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçirmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini.”

ve

“Yalnızca aptallar masumdur” şeklindeki iki ifadesi arasındaki ilişkiyi “aptal” kavramı üzerinden kurmamış olmam. Katilinse böyle bir ilişki kurmuş olması söz konusu. Şöyle ki: Katile göre kişinin kendini masum sanması, eline bir cinayet işlem fırsatı geçirmemiş olmasından kaynaklanıyor ve aynı nedenden ötürü, e.d. eline böyle bir fırsat geçmeyen dolayısıyla cinayet işlememiş insan, yine katile göre, aptal suratlı oluyor ve bütün aptallar gibi iyi niyetli gözüküyor. Buradan da yalnızca aptalların masum olduğu sonucuna varıyor katil. Bu noktada benim yorumum, aptallıkla masumiyet arasında özsel bir ilişki olmadığı.

Demek istediğim, kişinin masum olmasının nedeni kendini masum sanmasıysa; kişi, aptal olduğu için böyle bir sanıya sahip ya da aptal olduğu için kendisine ilişkin bir sanıdan kendisine ilişkin bir gerçeğe geçiyorsa, kişinin aptal olmasıyla masum olması arasında bir ilişki kurulabilir. Ancak paragraftan benim okuduğum, kişinin kendini masum sanmasından dolayı masum olması değil; ama onun masum olmayabileceğini de gösterecek cinayet işleme fırsatını eline – henüz – geçirmemiş olduğu için hem kendini masum saydığı hem de masum olduğu. E.d. kişinin masum olmasının nedeni kendini masum sayması değil; kişinin kendini masum sayması da masum olması da onun masum olmayabileceğini de gösterecek bir fırsatın eline geçmemiş olmasının sonucu. Dolayısıyla kişinin kendini masum sayması da masum olması gibi bir sonuç, hem de aynı şeyin sonucu olduğundan, bana göre, masum olma sanısını, masum olmanın nedeni olarak alamayız. Bu paragrafın başında sözü edilen ve katilce öne sürülen sanma-aptallık ilişkisinden yola çıkarak da aptalların masum olduğu sonucuna varmak doğru görünmüyor bana. Bu da bir başka bakış açısı.

Aptallık ve masumiyet, kendini masum sanma ve masum olma ilişkilerini bir yana bırakıp paragrafa masum olma ve ahlaklı olma ilişkisi üzerinden okumak da olanaklı. Böyle bir okuma üzerinden masum olmanın, ahlaklı olmak anlamına gelip gelmediği; kişinin ahlaklı olmasının masum olmasını gerektirip gerektirmediği; kişinin, sırf karşısına masum olmayabileceğini de gösterecek bir fırsatın çıkmamasından dolayı, böyle bir fırsatla karşılaşmış ve seçim yapmış bir insanla karşılaştırılarak öncekinin ahlaklı, sonrakininse ahlaksız olduğunu söylemenin doğru olup olmadığı; masum olmanın bir talih meselesi mi, yoksa seçim meselesi mi olduğu sorularına da yanıt aranabilir.

Ancak bu yazılık bu kadar.


abdal ve aptal hakkında

Aslında abdala malum olan aptalın masumiyetidir. Aptal ise bir şey bilemediği gibi, ona hiçbir şey malum da olmaz. Dolayısıyla bilemediği için lanetlenmez ve masumluğundan hiçbir şey yitirmez aptal. Abdallar ise iki türdür: Abdallar ve sözüm ona abdallar. İlk tür abdal, bildikleri halde günahkâr olmayanlardır; çünkü onlara gerçekten bazı şeyler malum olmaktadır ve onlar hep iyi ahlaklıdırlar. İkinci tür abdallar, yani sözüm ona abdallar ise masum günahkârlardır ve günahlarını zekâlarıyla gerekçelendirirler. Sözüm ona abdallara sözüm ona malum olan şeyler vardır. Örneğin Alfred Nobel sözüm ona abdal’lardandır. Dinamiti dünyaya sunmuştur ve dünyada silah sanayinin kurulmasının öncülüğünü yapmıştır. Dinamiti bulmadan önce, ona sözüm ona malum olan ise şu cümlelerdedir : “… O kadar korkunç bir katliam aracı bulmalı ki insanlar korku ve korunma içgüdüsüyle barışı seçsin” Nobel, sözüm ona abdallardan olduğu için, buluşunu ya da günahını zekâsıyla gerekçelendirmiştir. Yani Nobel’in günahı boynuna değil, dünyayadır (çünkü günah varsa dünyada vardır) Dolayısıyla dünyada barış için çalışanlar, her yıl İsveç’in Nobel’ine (Nobel Ödülü’ne) layık görülür ve savaşın/dinamitin hâsılatıyla ödüllendirilirler.

O gün (1901) bu gündür (2008) Nobel’i kimin alacağı abdala malum olmadan bilinebilmektedir. Örneğin 2006 yılında Nobel’i alan Orhan Pamuk sözüm ona abdallardandır. Pamuk’un 2006 Nobel’ini alacağı şu cümlelerinden sonra sözüm ona malum olmuştur ona: “Türkiye’de otuz bin Kürt ve bir milyon Ermeni öldürüldü”, “Benden başka hemen hiç kimse cesaret edip konuşamıyor.” (6 Şubat 2005, Das Magasin, İsviçre) Tabi Pamuk’un masum günahkârlığı biraz görecelidir; Pamuk, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan çoğu kimse için sadece günahkârken, Avrupa Birliği ve birlikçileri için sadece masumdur, doğrucu Davut’tur. İroni işte tam buradadır; AB için masum olan Pamuk, masumiyetini aptallığından değil (çünkü aptal değildir) sözüm ona abdallığından alır. Dahası, Benim Adım Kırmızı’nın 23. sayfasında yazdığı gibi eline cinayet işleme fırsatı geçirdiği için kendini masumda zannedemez.

Tabi Pamuk’a biraz pozitif(!) bakmakta lazım, bilginin yoldan çıkardığını, aslında çoğu bilenin masum günahkârlar olduğunu düşünerek… Pamuk zaten Nobel ödüllerinin kimlere ve neden verildiğini bildiği için (bilerek konuştuğu için), masum bir günahkârdır ve Nobel’de zaten herkes barış içinde yaşasın diye dinamiti bulmuştur. Nobel’de masum bir günahkârdır Pamuk gibi. Yani masum günahkârlar bu bağlamda da aptal değildir, abdalda değillerdir yalnız.

Aslında abdala malum olan, sözüm ona abdalların sözüm ona masumiyetlerinin günah olduğudur. Yalnızca aptallar mı masumdur bilmiyorum; bildiğim sözüm ona masumların aptal olduğudur.