Baran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Baran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12.10.2008

Burada Çok Anlamlı Bir Başlık Hayal Edin

Eskiden, orada burada kalırdım, geceyi başka evlerde, başkalarının evinde geçirirdim, ve sık sık insanlar da bize gelirdi. Çok fazla içtiğim ya da başkalarının yanında sıkıntılı olduğum için, hep bir yan odaya geçer, erkenden uyumaya giderdim. Her zaman değil ama sık sık. Bu zamanlarda, yan odadan gelen sesleri dinlerdim. İnsanların seslerini ayırt edebilirdim, ama söylediklerini değil. Bazı sözcükleri tanımlardım, ama diğer kelimeler o ayırt etmesi zor mırıltıda yokolurdu (Herkesin sesinin bir rengi vardı).

Bir süre sonra, ben öyle acı çektiğim için, konuşmaları çarpıtırdı aklım. Benim hakkımda konuşuyor olurlardı, kötü şeyler söylerlerdi hakkımda, benimle dalga geçerlerdi. Ya da ahlaksızca şeylerden bahsederlerdi, onlar için yüzüm kızarırdı ve hepsinden iğrenirdim.

Bu anlaşılmaz konuşmayı dinledikçe delirecek gibi olurdum, ama dinlememezlik de edemezdim. Konuşma, çok az kelime duyulduğu için, tamamen anlamsız olurdu benim için. Elbette bir anlam vardı ortada ama ben duyamıyordum, sadece elimdeki bir kaç kelimeyle, çaresizce anlamaya çalışıyordum konuşmanın ne anlama geldiğini. Gittikçe içim daha çok sıkılırdı, kafayı iyice takardım bu olaya. Gülerlerdi, bağırırlardı, susarlardı. Hiçbir anlam çıkaramazdım, o gecelerden anlamlı bir konuşma hatırlamıyorum aklımda kalan. Yalnızca korkunç bir sıkıntı ve çaresizlik.

Bu konuşma ise yine benim için tamamen anlaşılmaz ama tek iyi yanı kelimelerin açıkça ortada olması. Kelimeler ortada, ama anlam yok. Bir şey hakkında konuşmuyorlar “Godot” hikayesinde. Ama dinliyorum yine de, bir anlam çıkarabilmek için. İçimde korkunç bir sıkıntıyla, acaba benim hakkımda mı konuşuyorlar, acaba bilmediğim ne gibi felaketlerden bahsediyorlar, ben bakmıyorken ne kadar karanlıklar? diye.

Konu zaten Godot değil, ne de oyunun hiçbirşey hakkında olması, bütün hikaye benim için o korkunç kopukluk. Yalnızca bir yan odada olmak ta gerekmiyor. İnsanlarla gülerken, konuşurken, yaşarken, sevişirken, bazen bakakalıyorum, acaba ne diyor diye, bazen kendime şaşırıyorum, ben ne hakkında konuşuyorum diye.

Godot’yu beklemek bir bahane. Anlamayacağını bile bile konuşmak bir başkasıyla, onun kafasına çaka çaka anlatmak, anlatmak, anlam iletmeye uğraşmak bir başkasına. Tartışmalar yapmak, fikirlerini savunmak. Kafasına vururmuş gibi, anlatmaya çalışmak. Yan yana duralımda, en gereksiz nedenler için, yanımda herhangi biri olabilirdi, hiç bir özelliğin yok, yeter ki yanımda birisi dursun, ve bu anlaşılmaz hikayemi dinlesin, ağzımdan fışkıran bu anlamlara baksın, kafasını sallasın, anlıyormuş gibi yapsın, ben kendimi anlıyormuş gibi yapayım, söylediklerim anlamlıymış gibi yapayım, merak etme seni de anlıyormuş gibi davranırım.

5.10.2008

Başka Bir Hikaye

Sevgilim ve ben bir çocuk istiyorduk. Doğal yollar işe yaramamıştı, bilinen bütün diğer yolları da denemiştik. Ama hiç bir şey işe yaramıyordu.
İsmini veremeyeceğim özel bir araştırma merkezinde deneysel bir yöntem keşfettik. Uzun bir deneme sürecinden sonra ikimizi denek olarak kabul ettiler. Burada açıklayamacağım bir yöntemle ikimizin de gen yapısıyla oynadılar. Bir sene boyunca süren bu deneme ve yanılma süresince pek bir ilerleme kaydedilmedi, ama zaten uygulanan yöntemin işe yaraması için en azından 12 ay geçmesi gerektiği baştan bize söylenmişti.
Deneyin 13. ayında sevgilim hamile kaldı. Bir süre hiç bir sorun yaşamadan devam etti hamileliği ama 15. ayda ikimizin de durumu kötüye gitmeye başladı. Sevgilimin derisi, göğüslerinden aşağıya doğru şeffaflaşmaya ve kemikleri ve etleri pelteleşmeye başladı. Bütün iç organları görünüyordu ve vücudunun alt kısmı sürekli suyla şişiyor ve şişme bir yatağa benziyordu. İki yatağı kaplıyordu artık vücudu. Fakat kolları ve kafasında sorun yoktu. Bebeğimiz ise o koskocaman erimiş vücudun içinde açıkça görülüyordu. Şaşırtıcı bir şekilde durumu tamamen normaldi. Hiç bir sağlık problemi yoktu.
Bir süre sonra ise sol göğsünün üzerinde kemikten ve etten bir uzantı çıkmaya başladı. Ne olduğu anlaşılmadan müdahale edilemedi ve iki hafta içinde büyüme durdu. Bu kemik ve etten oluşan ve bir kaburganın üzerinde koskacaman bir kafa ve upuzun bir çeneden oluşan garip bir bebekti fakat canlı değildi. Sevgilimin vücudunun dışında büyüyor, önce kaburgası oluşuyor sonra da üstteki kemikler belirgenleşip upuzun kafasını ve çenesini oluşturuyordu. Belirli kısımları etlerle kaplıydı ama etleri kemiklerini tamamen örtemiyordu. Bu ilk çıkan bebeği kesip attılar fakat bir süre sonra iki tane daha oluştu vücudunun diğer bölümlerinde. Bazen büyüme bir gecede bitiyordu, bazen iki haftayı buluyordu. Sevgilim sürekli acı içinde olduğu için artık sürekli uyutulmak zorundaydı.
Benim durumum da sevgilimin durumuyla aynı anda kötüleşmeye başladı. Vücudumun önce belirli yerleri sertleşmeye ve kahverengileşmeye başladı. Bir süre sonra ise sırtımda kocaman bir şişlik oluştu. Çok fazla acıkıyordum ve yemeyince vücudum kendini kapatıp ölmeye başlıyordu. Yedikçe sırtımdaki şişlik büyüdü. Artık suratım ve göğsüm dışında her yerim sert ve kahverengi bir deriyle kaplıydı. Giderek büyüyordum.
Bir kaç ay sonra ağırlığım bir kaç tona yaklaşmıştı ve hastaneden çıkartılıp özel olarak hazırlanmış büyük bir hangara götürüldüm. Sırtımdaki şişlik gittikçe uzuyordu ve ensemin hemen altında başlayıp metrelerce arkaya uzanıyordu. Bu koskoca, boğa yılanına benzeyen vücudun bir ucu daralıp bitiyor, diğer ucundaysa ben bulunuyordum. Suratım ve göğsüm hala belirgindi, bacaklarım ise küçük bir girinti oluşturacak şekilde arkamdaki kütleyle birleşmişti.
Bir sene sonra büyümem durdu. Şimdi uzunluğum iki kilometreye yakın ve ağırlığım ölçülemiyor. Koskaca bir yılan gibi dursam da bir yılan gibi haraket edemiyorum. Ama devasa vücudumun her kısmının farkındayım. Yalnızca bir tümör değil, bu benim vücudum. Belli bölgelerini haraket ettirebiliyorum istediğim zaman vücudumun. Ama kaza sonucu bir bakıcıyı öldürdükten sonra artık daha dikkatliyim ve zorunda kalmadıkça haraket etmiyorum.
Bir kaç arkadaşım ve 10 kadar bakıcı bana bu özel parkta bakıyorlar. Her gün bir çok doktor gelip beni kontrol ediyor ve üzerimde deneyler yapıyorlar. Karım doğumda öldü ve çocuğumuz şu anda iki yaşında.
Şimdi ise delirmek üzereyim. Çünkü vücudumun artık nerede olduğunu bilemiyorum. Sinirlerim bütün vücuduma yayılmış olsa da beynim bir türlü algılayamıyor ne kadar büyük olduğumu. Nerede başladığımı ve nerede bittiğimi algılayamıyorum. Vücudumun, asıl vücudumun olduğu yerde tutunmaya çalışıyorum ama sanki bilincim bütün bedenime dağılıyor yavaş yavaş. Dağıldıkça da bilincim çözülüyor ve düşüncelerim silikleşip yavaşlıyor. Bazen daha iyi oluyorum ve arkamdaki bu devasa parçamı unutuyorum bile. Sonra bir kaç yüz metre arkamda üzerime konan bir kuşun gagasını hissediyorum ve bütün aklım paramparça oluyor sanki.
Artık ne olduğumu bilemiyorum. Ne zamana kadar kendim olarak kalabileceğimi bilemiyorum.
Vücudumun ötesine geçemiyorum.


28.09.2008

Bu yazıyı adlandırmıyorum o yüzden bu yazı yoktur

“Adlandırılmayan yoktur.”

Öncelikle şunu söylemeliyim ki vardır.

İnsan denilen yaratık bu dünyaya gelmeden önce buralarda çok taş vardı. Bu taşlar, öylece durup bekliyorlardı. Bir sürü su da vardı. Taştan bile çok su vardı. Gölü olsun, okyanusu olsun. Fakat yazıktır ki onlara ad verecek kimse yoktu. Var olduklarından hiç kimsenin haberi yoktu çünkü ilginçtir ki etrafta kimse yoktu. Ama birileri sonradan ortaya çıktı, sen ben hepimiz, insanlık diyoruz biz şimdi kendimize. Yalnız ilginç olan şu ki, insanlık denilen bu şey, eğer bu taşlar ve kova kova su olmasaydı ortaya çıkamazdı. Peki bu ne demek oluyor? Açıkça ve basitçe: Dil denilen şey olmadan önce de, adlar konmadan önce de taşlara ve sulara, birşeyler vardı. (Bazı hayalgücü dizginsiz kişiler gelip “Ya uzaylılar varsa” veyahutta “Allah” diyebilir, ama ikisi de bu tartışma itibariyle “hayal ürünü” ya da “yersiz” oluyor)

İkinci olarak eklemeliyim ki vardır.

Hatırlar mısınız geçen gün blogda bir yazı yazdım, bir nesne keşfedildi uzayda, ilk defa görülüyor, yıldız, karadelik falan hiç bir şeye benzemiyor, bütün insanlık tarihi boyunca ilk defa görülen bir nesne diyordum bu yazımda. Bu nesnenin ne olduğunu bilmiyoruz ama algılayabiliyoruz. Benim gibi bir adama gösterse bu cismi keşfeden bilim adamı ben bu nesneye “yıldız” derim geçerim ama yanılmış olurum. Yine de o bilim adamı da en kötüsünden bu yeni keşfedilen nesneye bir “gök cismi” diyebilir. Sınıflandırma yapılır. Dil, algılanan nesneyi hemen içine alır, yani “dilimiz tutulmaz”.

Buradan iki yöne gidebiliriz bence: Bir, ne görürsek görelim, istersek 10 km boyunda ve 6. boyuttan bir ucube insin gökyüzünden, korkumuz geçince ona bir isim hemen buluruz, en kötüsü yine ben “yaratık” derim, bilim adamı “anomali” der, ama ikimiz de yolumuzu buluruz. Yani istersek evrenin en uçuk nesnesini görelim, yine de onu adlandırabiliriz. Hatta şimdi bu yattığım yerden bile hemen her şeye isim verebilirim. “Numen” diyorum ben buna. Copyright Baran. Her şeyin ismi var artık, ne kadar hoş, zaten çözülmüş bu sorun. (Algımızın sınırları dışında kalanla, algılamadığımız arasında bir fark olmadığı için numen diyorum)

İkinci yön ise şu ki, algımız dilimiz tarafından biçimlendirilir ve dilimiz de algımız tarafından.

Yumurta tavuk tartışmasına girmeyeceğim bu ikisi arasında ki. Bilinç dediğimiz şey bir çeşit “narrative” ise eğer o zaman zaten sorun yok. Eğer bilinç başka bir şey ise o zaman eğer çok uğraşırsak belki dilden kurtarabiliriz bilinci. Yani bilinç belki çok daha temel bir etken ve dil onun bir ürünü ya da görünen ya da yüzeydeki kısmı ya da dil kültürel bir ürün vs. Ama her ne olursa olsun bu tartışmaya giremiycem. Kusura kalmayın.

Eğer bilinç ve dil birbiri içine kenetlenmiş, geçmiş, ayrılamayan iki parça olarak görülürse “adlandırılmayan yoktur” biraz açılıyor. Yani “hakkında düşünülmeyen şey yoktur” anlamına geliyor bu açıdan bakınca. Ya da “bilincin içinde olmayan yoktur”, “bilincin dışında kalan şey yoktur”.

Peki iyi güzel. Ama şimdi ne yaptık yine? Dedik ki: “Eğer bilmiyorsam, görmüyorsam, düşünmüyorsam,hatırlamıyorsam, algılamıyorsam, yoktur.” Fakat pek te güzel vardır. Ne olduğunu bilmemek, algılamamak, bilincimiz dahilinde olmaması, “bundan başka” bir şey olmadığı anlamına gelmez. O uzayın bir köşesinde keşfedilen nesne , biz onu gördüğümüz için var olmadı, Allah’ın bile unuttuğu bir yerde öyle bekliyordu ve biz gördük onu ve adlandırdık, bilincimize dahil ettik, ha şu “bilinmeyen nesne” dedik.

Peki sorun nereden çıkıyor? Sorun şu ki hala biz bütün salaklığımızla dünyayı evrenin merkezine koyar gibi, insan zihnini evrenin merkezine koyuyoruz. Bütün varoluş bizim bilincimiz etrafında dönüyormuş zannediyoruz. Böyle olunca da bize öyle geliyor ki, insan yok olunca bütün evren de silinecek. YOK ÖYLE BİR ŞEY! Hatta daha ileri gidip, bilinci dil ile bütünleşik ve ayrılmaz görmenin bile çok kesin olmadığını düşünüyorum. Bence bilinç dil olmadan da pekala içinde bulunabilinecek bir uğraşı. Ama bu iddayı tartışmak hiç te kolay bir şey değil. Nasıl olduğunu ya da olabileceğini bilmiyorum. O yüzden bunu bırakıyorum bir kenara.

Peki ya üçüncü olarak ne düşünüyorum biliyor musunuz? Evet vardır.

Peki ya bambaşka bir anlama geliyorsa bu önerme. Ya söylemek istediği “adlandırılmayan bilin(e)mez” ise. O zaman öyle diyecekti, “yok” demeyecekti. “Bilin(e)mez” bir epistemolojik iddaa oysa “yok”, ontolojik. O yüzden bunu tartışmaya gerek görmüyorum.

Bir de dördüncü ve benim en çok hoşuma giden bir yaklaşım var ki o da adlandırılmamış hiç bir şey kalmadı demeye geliyor ki bunu tartışmaya gerek yok, yeni bulunan uzay nesnesi bunu yanlışlıyor.

Sonuç olarak, bana hoş gelmiyor kendi varoluş ve düşünüş sınırlarımız içinden “ var” ya da “yok” demek. “Adlandırılmayan bilinemez” çok daha sağlam bir önerme olurdu. “Bilinmeyen yoktur” ise (ki bence “adlandırılmayan yoktur” ile aynı yere çıkıyor) saçmalar ötesi bir önerme. Eğer öyle olsaydı hiçbir şey öğrenemezdik değil mi? Hahaha!

Peki eğer benim biraz önce yaptığım şekilde açarsak bu önermeyi, yani “bilinmeyen yoktur” dersek bu nasıl bir önermedir? Onu da cevapladım yukarıda. Var ya uzay nesnesi o işte.

21.09.2008

Ahmet İnam ve Aşk

Ahmet İnam kesinlikle haklı. Aşkın ne olduğunu bilmeyenler var. Hatta felsefecilik oynayıp, üçe ayırmalıyım aşkı yanlış bilenleri:

1. Aşkı tamamen karşısındakiyle ilgili zannedenler

2. Aşkı tamamen kendisiyle ilgili zannedenler

3. Gerizekalılar

Hepsi var etrafımızda. Hepsi, ayrıca, içimizde de var.

Karşımızdakini o kadar çok düşünüyoruz ki, en küçük isteğinin, rahatsızlığının, ettiği lafların, gittiği yerlerin esiri oluyoruz. Sanki kendi kişiliğimiz onunkinin yalnızca bir izdüşümü oluyor. Hayattaki bütün dertlerimiz, önceliklerimiz birdenbire şekil değiştirip, onunkiler haline geliyor. Bir gece telefonuyla uyandırılıyoruz, nereye gidip kimlerle görüşeceğimiz hakkında emirler alıyoruz, istekler ve istekler üstüne isteklerle ona yardım ediyoruz ve bu istekler ne kadar uçuksa o kadar mutlu oluyoruz, o hayatını kendi kararlarıyla belirlerken kendi kararlarımız hep çocuksu ve hatalı oluyor. Sessizce boyun eğiyoruz: Dışarıdan biri bunu bize gösterirse inkardan başlayıp, bunun kötü ve hatalı bir ilişki olduğunun kabulüne kadar gidiyoruz; ama içten içte öyle hoşumuza gidiyor ki başkasının gölgesi olmak. Aşk budur. Sevgi böyledir. Kendi kendine çürüyebilir. Aşk ta kutsal olan hiçbir şey yoktur. Ya da varsa bile, bir o kadar da aşağılık ve çürümüştür. Hatta öyle çürütür ki, ne kendinizden bahsedildiğini anlayabilirsiniz ne de kendinizden bahsettiğinizden, bütün bu hastalık belirtileri karşısında.

Irvin Yalom, bu tip ilişkilere “kendini başkasının içine gömmek” diyor, ya da onun gibi bir şey. Ağzına sağlık. ““Baskın olan bir başkası” için yaşamak. Bir koruyucu, anne, baba, sevgili, hatta ideoloji.” Yaşayan ölüler aslında hiç te fantastik şeyler değil. Ona göre, bu ölümden kaçmak için bir çare. İster ölümden olsun, eğer kabul etmiyorsanız, isterseniz iğdiş edilme korkusu olsun, kendi anksiyeteleriyle başetmek istemeyenler için çok kolay bir kaçış yolu işte. KENDİNİ BAŞKASININ İÇİNE GÖMMEK. Kendi başına varolmak istemeyen, bundan ölesiye korkan insanlar, işte aşkı bu zannediyor. Aşkı “onun için” zannediyorlar. Fedakarlığı vericilik zannediyorlar. Bunu yaptık, yapıyoruz. Ama bu ne aşk ne de sevgi, bu bir hastalık. Ya da ben o kadar yanlış anladım ki her şeyi.

Bazıları da, ben aşık olmam veya olmayacağım veya olmasam daha iyi veya yalnızca seks için veya yalnızca yalnızlık diyorlar. Aslında düşününce korkulan belki de hep aynı şey. Kendi kendinle başedememek. Kendi korkularımız, endişelerimiz, kaygılarımız o kadar ağırlaşıyor ki üstüne birisine seni seviyorum bile diyemiyoruz. Dengeyi bozmamak, ne kadar ağır ve karanlık olsa da aklımızdaki o boktan dünyayı sarsmamak için o kadar uğraşıyoruz ki başka birisinin varlığının bunu tehdit etmesi bizi ölesiye korkutuyor. Böylesi daha iyi, ben böyle yaşayacağım, kimseye ihtiyacım yok, teşekkür ederim. Yalnızlık o kadar muhteşem bir sevgili oluyor ki insana, sesi hiç çıkmıyor, bildiğin her şeyi biliyor, seninle aynı şeyleri seviyor, vücudu yok, seçimleri yok, ne söylesen anlıyor, seni suçlamıyor, seni zorlamıyor. Hayatın karşısında tek başına varolabildiğimizi göstermek. Bunu göstermek o kadar önemli ki, ola ki birisi girerse hayatına, kafasına iyice sokmalı, sensiz de yaşayabilirim, bütün bunlar gelip geçici. Hatta bunu kanıtlamak için önce biz yoketmeliyiz ilişkiyi. Kontrol bizim elimizde olmalı. En küçük hatalar bile bir kenara yazılır ve affetmek imkansızdır. İnsanlar değişmez. Ama bütün bu yalnızlık ta bizi bütün o dertlerle, korkularla ve kaygılarla tek başına bırakıyor.

Bu da kendi başına varolma, kendini ortaya koyma takıntısı. Öyle bir hırs ki bu, insanın içini yiyip bitiriyor. Hedef her zaman aynı sanki bu tiplerde: yalnızlık, tek başına var olabilecek bir hayat.

Kendini başkasına gömmek ve hayatla yalnız başa çıkmak. İkisi de aslında gerçek bir ilişkiden kaçıyor. İkisinin de korkuları var, hem de çok derin, hastalıklı. İkisi de var içimizde. İkisi de öldürüyor. Fark etmemizi engelliyor. Ve bütün diğer küçük ayrıntılar. Faturalar, dersler, gelecek. Hepsi o kadar “fazla” ki, kendimiz veya başkaları hakkında gerçek bir şeyler bilmek imkansız.

Her şey kendi kendini anlatıyor, kendi kendinin reklamı haline geliyor. Her şeyin parçası olduğu bir kültür ya da alt-kültür var ve aslında her şey çoktan mezara gömülü/modası geçmiş/sindirilmiş halde doğuyor. Kabul edilebilir davranışlar ve ayıp olanlar. Hepsinin ayrı yerleri ve zamanları var. Hepsini göz önüne alıyoruz, programlarımız ve hedeflerimiz ve planlarımız ve kariyer adımlarımız var. Ne neşeli olduğumuzun farkına varıyoruz ne de bunalımda olduğumuzun. Birbiri üstüne yığılan insanlar ve günler ve planlar arasında her şey kendisine meta oluyor. Aşktan bahsederken bile aslında meta-Aşktan bahsediyoruz.

Gerçek ve doğrudan bir şey ise, atla olan o iletişimde var. Hayvanın basitliği, çocuğun masumluğu, ortadaki küçük heves ve muzip alışveriş, gerçek bir şey çıkartabiliyor ortaya. Ama bunu düşündüğümüz anda kaybediyoruz, gerçek anlamı elimizden kayıyor. Analiz ediyoruz. Küçük parçalara ayırıp sorguluyoruz. Nedenler arıyoruz. Kendimizi, kendi kendimize ağız malzemesi, dedikodu, muhabbet konusu haline getiriyoruz. “Gerçek”, “ideal”, “ahlaki” ve “metafizik” gibi sikik felsefelerle çerçeveler içine alıp, upuzun paragraflar yazıyoruz bu konular hakkında. Hele ki sevdiklerimiz söz konusu olunca hiç bekleyemiyoruz. Yalnız anlarımız, özel anılarımız, küçük şeyler ya da büyük romantik haraketler. Hepsi bütün korkularımızla, bütün kaygılarımızla ve küçük hesaplarımızla paramparça oluyor, ayağa düşüyor, kokuşuyor. Kendi varlığımız bile o kadar batıyor ki bir tarafımıza; vücudumuz, hareketlerimiz, dinlediğimiz filmler ve müzikler, doğru kabul ettiğimiz davranışlar, ahlak sandığımız nitelikler, meziyetler.

Öyle farkındayız ki kendimizin, daha karşımızdakine karşımızdaki demeden önce, kendimizi alıp koyuyoruz karşımıza, direk olarak kendimizle bile bir bağımız yok.


Bu yaşadığımız yerde zaten atlara da ancak para verip dokunabiliriz, dokunduklarımız da ancak uyuz atlar olur.



O yüzden, o kadar uzak ki, bu zamanda yaşayanlara, ya da bana, herhangi bir gerçek ilişki, Buber’in bahsettiği türden bir ilişki, o kadar gerçekleşmesi zor ki, kendimi şanslı hissediyorum en azından acı çekebildiğim için. Bazen ne için olduğunu anlamasam da.