28.09.2008

İki

VI - Adlandırılmayan yoktur.

İlhan Berk; Sözcükler I

İnsan: tek adlandıran ...


Çok uzakta değil; 28 Ağustos 2008’de aramızdan ayrıldı İlhan Berk. Türk Şiiri’nin “harika” çocuğu artık ardında bıraktıklarıyla yaşayacak aramızda. Ona dair daha fazlasını yazmak ne kadar haddim bilmiyorum. Benim ona ilişkin söyleyebileceklerimden çok daha fazlası olduğu düşünüyorum çünkü. Yazdıklarına şöyle bir göz atmanız bile, ne demek istediğimi anlamanız için yeterli olacaktır. “Adlandırılmayan yoktur” gibi felsefe ve şiirin birbiri içinde kusursuzca eridiği bir dize onlardan yalnızca bir tanesi. Ne yazarsam yazayım, o dizenin ışığında sönük kalacağını bilerek yazacağım o dizeye ilişkin yazacaklarımı…

Adlandırılmayan yoktur

; çünkü “yok” olmayan, e.d. “var” olan, adlandırılandır.

Adlandırılan vardır; en azından adlandırılan yok değildir. Bir şey neyse ve nasıl bir şeyse, “yok” kalmaması, “var” olması, ya da en azından “yok değil” olması için onu adlandıracak bir şey gerekir. O şey özne, özne de “insan”dan başkası değildir.

Tek adlandıran insandır.

İnsan “yok”sa, adlandıran da olmayacağından, insan “yok”ken “var” olan ne varsa, adlandırılmadan kalacağından işte, “yok”tur, en azından “var” değildir.

Evren(ler),galaksiler, sistemler, yıldızlar, gezegenler, dünya… batan güneş, tutulan ay, yağan yağmur, esen rüzgar, okyanustaki dalga, ağaçtan düşen yaprak, bir kedinin miyavı… bunların tümünün ve daha nicesinin “var” oluşları eksikti; çünkü birer adları, onları adlandırabilecek birileri yoktu. O birileri, dolayısıyla adları olmadığı için onlar da “yok”tular bir bakıma.

Adlandır(ıl)mak, dolayısıyla “yok” olarak kalmamak bir karşılaşmayı gerektiriyordu; karşılaşılması, karşılaşması gereken de insandı.
Gördüklerine, duyumsadıklarına, kurguladıklarına, düşündüklerine birer ad verebilecek bir insanın ortaya çıkışıylaydı ki “yok” olarak kalmaktan kurtuldu adlandırılan ne varsa.

İnsansız bir evrenin boşluğu… evrenin evrimini bir ürünü değilse insan, içinde insan olmayan bir evrenin “var” olmasıyla “yok” olması arasında ne gibi bir fark olabilirdi ki? Var olsa da bilinemezdi, yok olsa da bilinemezdi böyle bir evren.

Bir bilen olmadan bilinenin de olmayacağı, bir şeyin bilinen ol(a)madıktan sonra, olmasıyla olmaması arasında bir fark ol(a)mayacağıydı sözünü ettiğim.

Evrenin içini doldurandır insan.

Evrenin evrimini bir ürünü değilse insan, belki de bu yüzden yaratıldı ve eğer bir Yaratıcı varsa… çünkü insan olmadan, her ne olursa olsun eksikti olmaklığında… insan oldu, ondan önce olan her şeyin de olmaklığı tamamlandı… insan “yok”ken olan ne kadar “var”dı?

Belki de bu nedenle Yaratıcı, Adam’a, e.d. (Ad)em’e; e.d. insana (ki “Adam”, İbranicede “insan” anlamında) bütün (ad)ları öğretti (Bakara/31).

Öykü bu noktada bitiyor muydu?

Tam tersine yeni başlıyordu: Adlandırılmayan yoktu (belki); ama bir adı olan her şey de var mıydı?

Neler adlandırılamazdı?

Olmayan şeyler. “Olmayan” ve “şey” yan yana gelebilecek iki sözcük müydü? Herhalde öyleydi ki “varolmayan nesnlerden” söz ediliyordu.

Adlandırılamayacak diğer şeyler de gerçekte olsa da henüz olduğunun farkına varılmayan şeylerdi. Örneğin, okyanusun derinliklerindeki bir bakteri ya da uzayın derinliklerinde henüz saptanmamış bir kara delik. Bunlar olsalar da adlandırılamazlardı; çünkü onlarla onları adlandırabilecek insan arasındaki karşılaşma henüz gerçekleşmemişti. Dolayısıyla yukarıda sözü edildiği gibi hala eksik bir varoluş onlarınki.

Öykünün başladığı noktada beliren soruya geri dönersek, adlandırılan var mıdır? Yuvarlak kare bir addır, peki yuvarlak kare var mıdır? Zeus bir addır, peki Zeus var mıdır? Yan Don Kişot? Peki ya Tanrı?

Yanıtlanması derin derin-düşünmeleri gerektiren sorular bunlar. İlk bakışta söyleyebileceğimiz, yuvarlak karenin varoluşuyla Don Kişot’un, Don Kişot’un varoluşuyla Tanrının varoluşunun farklı varoluşlar türleri olduğu, e.d. en temelde “gerçek olmak” ile “var olma”nın aynı anlama gelmediği olacaktır. Gerçek ve kurgu varoluşlar; ama hepsinin birer adı var.

Adlandırılmayan yoktur; peki adlandırılan ne kadar ve nasıl var(dır)?

Belki de şiirin bittiği, felsefenin başladığı sınırı çizen soru bu sorudur.






...


Kendince varlıklar değiliz artık. Kesiştiğimiz noktalar var hayatta zorunlu olarak. Belki toplumsal yaşamı kabullenmeden önce tek tek bireylerdik. Her birimizin kendince anlamlandırdığı, biricik kıldığı küçük küçük dünyalardan bahsetmek mümkündü o zaman dilimi için. Bireyin odağından yayılan varoluş hali, inkâr etmeye uygundu ortak bir zemini. Zaten böylesine bir zeminlendirme çabası da gereksizdi.

Kurulu bir düzen dünya. Sınırlar çizilmiş, aidiyetlikler saptanmış kişinin gelişinden önce. Doğduğumuz toplum, hangi toplum olursa olsun, kucağını açarak bekler bizi tüm proglamlanmışlığı ile. Bir zemindir bu. Üzerinde rahatça hareket ettiğimiz bir zemin. Güvenli. Anlaşılması güç biçimde ne hareketimizi ne üstünde bulunduğumuz zemini ne de bir başka oluşturulmuşu sorgulama zahmetine girmeden yaşama; mutlu, örnek ve makbul bir yaşama. Yani bir bakıma haklı bir iddia: “adlandırılmayan yoktur”.

Her nesne adlanmış biz onları tanımadan önce. Hatta adlar var ki nesnelerden önce gelir, önce öğrenilir. Her ad bir tanımdır o zaman. Dünyada karşılığı olan adlardan bahsediyorum, nesnelerin adlarından. Deniz dediğimde aklımda uyanan “D-E-N-İ-Z” değil; uçsuz bucaksız deli mavi bir su kütlesi. Ben vermedim ona bu adı, benden önce adlanmış tanımlanmıştı zaten deniz. Ben kabul ettim bu tanımı, bu adı. İnsanlarla anlaşabilmek için feda ettim dünyayı keşfetme lüksünü. Tembelliğime geldi. Belki bir ihtiyaç bu: Evreni kendinden okuma… Kendince adlandırma.

Her duygunun da bir adı var. Aşk dediler aşık oldum. Kendim deneyimlemedim aşkı. Başkalarının aşk dediğini ekledim kendime. Böyle bu tiksinme, arzulama ve tüm duygu adları için. Yine bir tanım yani adlandırma. Ardı sıra oluşların “bence” yorumları değil mi duygular? Ama “bence” olması için ben adlandırmalıyım bu oluşları, oluşagelenleri. Aşkın isim babası olmalıyım aşk dediğimde ne dediğimi bilmek için. Olan böyle değil halbuki. Kabullenmeye hazırız adlandırılmış duyguları da nesneler gibi, tarihsel enkazlar altında ezilmiş ve şekillenmiş tanımlamaları.

Nasıl öğrenir çocuk ne demektir “iyi” ne demektir “kötü”. Yardım etmek iyidir deriz çocuğa, yalan söylemek kötü. O bilmez iyinin ne olduğunu kötünün ne olduğunu ama iştirak eder bize, biz nasıl yemin ettiysek öncekilerimize adlandırılmış olanı muhafaza edip, nesil nesil yayacağımıza dair. Adlandırma görüldüğü üzere etik yargılarımızda bile mevcut. Kuşaklarca katkıda bulunulmuş, kirlenmiş yani. Bizim etik yargılarımız değil bunlar, bizim iyimiz bizim kötümüz yok, öğretilen iyi öğretilen kötü var. Adlandırılanlar…

Masum bir iletişim kurma çabası değil adlandırma. Adlandıran her kimse eklemleniverir adlandırılana. Her adlandırılmış olan böyle. Nesne, duygu, norm ve daha ne varsa. Hepsi barındırıyor içinde bana ait olmayan bir sürü kabullenişi. Yani “adlandırılmayan yoktur” böyle göründü bana. Kabullenişler olarak. Deneyimimi inkâr edişim, başkalarının tanımlamalarına boyun eğişim… belki böyle dedi şair belki demedi ama benden böyle yansıdı şairin sözleri.

Bir ön kabul, bir zorunluluk adlandırma toplumsal yaşam için. Hareket imkânı doğuyor her birimize bu yapay oluşumda. Anlaşabilmenin koşulu. Genellemezsek eğer anlaşamayız. Anlaşamazsak dağılır toplum. Bu başka bir tartışma, toplum ve insan ilişkisi, ama bir kısa alıntı bir fikir veriyor önemi hakkında toplumsal yaşamın:

“Suni bir yapı olarak toplum; aslında doğanın tahakkümü karşısında bir dirençtir. Toplum olmasaydı, biz insanlar doğa denilen o barbar denizde savrulup giderdik. Toplum geçmişten devraldığımız ve doğa karşısındaki küçük düşürücü edilgenliğimizi hafifleten biçimlerden oluşmuş bir sistemdir.” (Paglia, 2004)

Yine de soru hala soru. Kaybımız ne kadar büyük? Kaybımızın olduğunu fark etmeyişimiz kadar. "Adlandırılmayan yoktur” iddiası evrenle kurduğumuz ilişkiyi sorgulatabilecek bir iddia. Öncelerimizi, kabullenişlerimizi kırma adına tetikletici bir iddia. Hayalperest bir tavır olur adlandırılmış olanları tümden yok sayma, salt kendince yaşama arzusuna kapılma. Ama bir küçük gedik niye açılmasın hepimizin kol kola yürüyegeldiği o “zemin” üstünde?

Bu yazıyı adlandırmıyorum o yüzden bu yazı yoktur

“Adlandırılmayan yoktur.”

Öncelikle şunu söylemeliyim ki vardır.

İnsan denilen yaratık bu dünyaya gelmeden önce buralarda çok taş vardı. Bu taşlar, öylece durup bekliyorlardı. Bir sürü su da vardı. Taştan bile çok su vardı. Gölü olsun, okyanusu olsun. Fakat yazıktır ki onlara ad verecek kimse yoktu. Var olduklarından hiç kimsenin haberi yoktu çünkü ilginçtir ki etrafta kimse yoktu. Ama birileri sonradan ortaya çıktı, sen ben hepimiz, insanlık diyoruz biz şimdi kendimize. Yalnız ilginç olan şu ki, insanlık denilen bu şey, eğer bu taşlar ve kova kova su olmasaydı ortaya çıkamazdı. Peki bu ne demek oluyor? Açıkça ve basitçe: Dil denilen şey olmadan önce de, adlar konmadan önce de taşlara ve sulara, birşeyler vardı. (Bazı hayalgücü dizginsiz kişiler gelip “Ya uzaylılar varsa” veyahutta “Allah” diyebilir, ama ikisi de bu tartışma itibariyle “hayal ürünü” ya da “yersiz” oluyor)

İkinci olarak eklemeliyim ki vardır.

Hatırlar mısınız geçen gün blogda bir yazı yazdım, bir nesne keşfedildi uzayda, ilk defa görülüyor, yıldız, karadelik falan hiç bir şeye benzemiyor, bütün insanlık tarihi boyunca ilk defa görülen bir nesne diyordum bu yazımda. Bu nesnenin ne olduğunu bilmiyoruz ama algılayabiliyoruz. Benim gibi bir adama gösterse bu cismi keşfeden bilim adamı ben bu nesneye “yıldız” derim geçerim ama yanılmış olurum. Yine de o bilim adamı da en kötüsünden bu yeni keşfedilen nesneye bir “gök cismi” diyebilir. Sınıflandırma yapılır. Dil, algılanan nesneyi hemen içine alır, yani “dilimiz tutulmaz”.

Buradan iki yöne gidebiliriz bence: Bir, ne görürsek görelim, istersek 10 km boyunda ve 6. boyuttan bir ucube insin gökyüzünden, korkumuz geçince ona bir isim hemen buluruz, en kötüsü yine ben “yaratık” derim, bilim adamı “anomali” der, ama ikimiz de yolumuzu buluruz. Yani istersek evrenin en uçuk nesnesini görelim, yine de onu adlandırabiliriz. Hatta şimdi bu yattığım yerden bile hemen her şeye isim verebilirim. “Numen” diyorum ben buna. Copyright Baran. Her şeyin ismi var artık, ne kadar hoş, zaten çözülmüş bu sorun. (Algımızın sınırları dışında kalanla, algılamadığımız arasında bir fark olmadığı için numen diyorum)

İkinci yön ise şu ki, algımız dilimiz tarafından biçimlendirilir ve dilimiz de algımız tarafından.

Yumurta tavuk tartışmasına girmeyeceğim bu ikisi arasında ki. Bilinç dediğimiz şey bir çeşit “narrative” ise eğer o zaman zaten sorun yok. Eğer bilinç başka bir şey ise o zaman eğer çok uğraşırsak belki dilden kurtarabiliriz bilinci. Yani bilinç belki çok daha temel bir etken ve dil onun bir ürünü ya da görünen ya da yüzeydeki kısmı ya da dil kültürel bir ürün vs. Ama her ne olursa olsun bu tartışmaya giremiycem. Kusura kalmayın.

Eğer bilinç ve dil birbiri içine kenetlenmiş, geçmiş, ayrılamayan iki parça olarak görülürse “adlandırılmayan yoktur” biraz açılıyor. Yani “hakkında düşünülmeyen şey yoktur” anlamına geliyor bu açıdan bakınca. Ya da “bilincin içinde olmayan yoktur”, “bilincin dışında kalan şey yoktur”.

Peki iyi güzel. Ama şimdi ne yaptık yine? Dedik ki: “Eğer bilmiyorsam, görmüyorsam, düşünmüyorsam,hatırlamıyorsam, algılamıyorsam, yoktur.” Fakat pek te güzel vardır. Ne olduğunu bilmemek, algılamamak, bilincimiz dahilinde olmaması, “bundan başka” bir şey olmadığı anlamına gelmez. O uzayın bir köşesinde keşfedilen nesne , biz onu gördüğümüz için var olmadı, Allah’ın bile unuttuğu bir yerde öyle bekliyordu ve biz gördük onu ve adlandırdık, bilincimize dahil ettik, ha şu “bilinmeyen nesne” dedik.

Peki sorun nereden çıkıyor? Sorun şu ki hala biz bütün salaklığımızla dünyayı evrenin merkezine koyar gibi, insan zihnini evrenin merkezine koyuyoruz. Bütün varoluş bizim bilincimiz etrafında dönüyormuş zannediyoruz. Böyle olunca da bize öyle geliyor ki, insan yok olunca bütün evren de silinecek. YOK ÖYLE BİR ŞEY! Hatta daha ileri gidip, bilinci dil ile bütünleşik ve ayrılmaz görmenin bile çok kesin olmadığını düşünüyorum. Bence bilinç dil olmadan da pekala içinde bulunabilinecek bir uğraşı. Ama bu iddayı tartışmak hiç te kolay bir şey değil. Nasıl olduğunu ya da olabileceğini bilmiyorum. O yüzden bunu bırakıyorum bir kenara.

Peki ya üçüncü olarak ne düşünüyorum biliyor musunuz? Evet vardır.

Peki ya bambaşka bir anlama geliyorsa bu önerme. Ya söylemek istediği “adlandırılmayan bilin(e)mez” ise. O zaman öyle diyecekti, “yok” demeyecekti. “Bilin(e)mez” bir epistemolojik iddaa oysa “yok”, ontolojik. O yüzden bunu tartışmaya gerek görmüyorum.

Bir de dördüncü ve benim en çok hoşuma giden bir yaklaşım var ki o da adlandırılmamış hiç bir şey kalmadı demeye geliyor ki bunu tartışmaya gerek yok, yeni bulunan uzay nesnesi bunu yanlışlıyor.

Sonuç olarak, bana hoş gelmiyor kendi varoluş ve düşünüş sınırlarımız içinden “ var” ya da “yok” demek. “Adlandırılmayan bilinemez” çok daha sağlam bir önerme olurdu. “Bilinmeyen yoktur” ise (ki bence “adlandırılmayan yoktur” ile aynı yere çıkıyor) saçmalar ötesi bir önerme. Eğer öyle olsaydı hiçbir şey öğrenemezdik değil mi? Hahaha!

Peki eğer benim biraz önce yaptığım şekilde açarsak bu önermeyi, yani “bilinmeyen yoktur” dersek bu nasıl bir önermedir? Onu da cevapladım yukarıda. Var ya uzay nesnesi o işte.

Adlandır(ıl)malar hakkında...

Girizgah,

Öncelikle ”Adlandırılmayan yoktur” cümlesinin/önermesinin tamamen anlam belirsizliği [ambiguity] taşıdığını söylemem gerekiyor. Ardından cümleyi/önermeyi nasıl okumalıyım diye soruyorum kendime. Varolan adlandırılandır (adlandırılan vardır) diye mi yoksa herşey adlandırılır (ki böyle okursam, adlandırmayı – bilinçli olarak – anlamlandırmaya dönüştürür; Heidegger üzerinden açılımlar yapabilirim) diye mi? Bana, var olan adlandırılandır, Ortaçağ felsefesi sorunlarını; herşey adlandırılır yani adlandırılmayan hiçbirşey yoktur (var olmayan da adlandırılır) okuması ise daha (post) modern varoluşçu (felsefi) bir duyumsamayı çağrıştırıyor. Belki zihnimi iyice özgür bırakarak (egzajere demeliyim) bu cümleyi, herşey adlandırıldığınca vardır diye bile okuyabilirim. Çağrışımlarımdan bağımsız şunu da belirtmek isterim ki, Berk’in (İlhan Berk, rahmetle anıyoruz) bu cümlesiyle ilgili öğrendiğim şey, cümlenin Berk’in aforizmalarını anlattığı kitabının adı olduğudur ki burdan şöyle bir sonuçta rahatlıkla çıkabilir: Belki de Berk, bir şair için var olanın, şairin duyumsadıkları/ sezdikleri/ yaşadıkları olduğu düşüncesinden yola çıkarak, kitabında aforizmalarıyla anlattığı herşeyi yaşadığını dolayısıyla söz’e (ad’a, dilsel olana) döktüğü herşeyin var olduğunu anlatmak istemiştir.

"Adlandırılmayan yoktur"a dair...

1– “Adlandırılmayan yoktur” tümeller sorununa işaret ediyor:

Ortaçağın en önemli sorunlarından biri olan tümeller (belli bir sınıfa bağlı olanların hepsi) sorununa getirilen birkaç yaklaşımdan bahsetmek istiyorum. Tümeller sorunun ortaçağdaki (ki öncesinde Aristotle zaten tümel, tikelin genel kavramıdır ve tikelde vardır demiştir) ilk yankıları Boethius’un üç sorusuyla başlıyor: Tümellerin ontolojik bir statüsü var mıdır; yoksa tümeller zihinde mi vardır? Tümeller varsa maddede mi vardırlar? Tümeller, tikellerden bağımsız mı vardırlar yoksa tikellerde midirler? Boethius tümelleri sadece ad olarak görmüyor, onların kavram olduğundan ancak tikellerdeki benzerlikler yoluyla zihnin oluşturduğu kavramlar olduğundan söz ediyordu. Kavramlar yani evrensel adlar, dilsel var olma bağlamında değil, ontolojik bir statüye sahiplik bağlamında anlaşılır ancak burdan da elbette kavramların tikelin işaretçisi oldukları bir anlamda dille ilişki olduğu da kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, ontolojik statüsü olan tümeller var olandan kaynaklanmış gibi de duruyor. Bu bağlamda, Boethius anlayışıyla, “Adlandırılmayan yoktur” yani var olan – var olandan dolayı – adlandırılandır okuması zihnimde bu felsefi hatırlayışlara sebep oluyor.

Adcılar, yani Nominalistlere gelince (ki Berk’in cümlesinin en temel çağrışımıdır) onlar genel kavram olarak görünen tümellerin, var olanların (tikellerin) benzerliğinden dolayı yapılan soyutlama olmadıklarını, onların sadece söz olduğunu, harflerin birliğinden oluştuğunu (masa’nın asam değil de masa olması) ve sessel bir salınım olduğunu ifade ediyorlar.

Ortaçağ’da tümel sorunuyla meşgul olan bir diğer filozof ise Abelard’dır. Abelard genel adların kavramlar olduğunu ve bunların direk olarak tikel olanı (yani var olanı) işaret ettiğini söyler. Yani tümeller, genel kavramlar olarak ad’dırlar demeye getiriyor. Abelard bir ad olarak tümeli, tikellerin benzerliğinden oluşturduğumuz genel bir kavram olmasıyla açıklıyor. Yani adcılıkla, tümelin ontolojik statüsünü kabul eden anlayış arasında bir yerde duruyor Abelard. İnsan olan herkeste aynı olan insanlıktan dolayı, insanlık genel bir ad oluyor. İnsan, insanlık kavramının işaretçisi (adı) olduğu için Abelard bir anlamda “Adlandırılmayan yoktur”u desteklemiş oluyor.
“İnsan olmak”ta benzer oluş, insan’ın var olmasıyla çakışıyor/örtüşüyor ve Abelard’ın genel kavramlar düşüncesini oluşturuyor. Genel kavramların var olması düşüncesi Abelard’ı realistlerin yaptığı gibi genel kavramların ontolojik statüsünün kabülüne götürmezken, benzerlik vurgusu yaparak var olan üzerinden oluşturduğu genel ad düşüncesini destekliyor. Bu nedenle, Var olan adlandırılandır okuması bir anlamda Abelard’ın ılımlı gerçekliğiyle bağdaşıyor gibi görünüyor.

2 – “Adlandırılmayan yoktur”, düşünce,dil, var olma ilişkisinin sorgusuna da sebep oluyor:

Örneğin,Tanrı. Anselm’in Tanrı’yla ilgili ontolojik kanıtı Tanrı dendiğinde ne olduğunu anlıyorsan, o zaman vardır’dır. Yani düşünce olarak var olması onu var kılar. Hatta anlamak onun varlığının kanıtı olur. Tanrı, Tanrı olarak (Tanrı “ad”ı ile) anlamlıdır. Anselm, bir bakıma anladığın şeyin var olmamasını düşünmek imkansızdır diyor. Soru şu: Dil düşünceyi önceliyor mu ve dil gerçeklikle çakışık durumda mı? Buraya kadar yazdıklarıma duyduğum şüphe, anlamı (dilsel olanı yani) var olanla çakışık görmemden mi kaynaklanıyor? Örneğin dilden önce, güneş ilk insanların Tanrı’sıydı diyebilirim. Güneşi işaret edebiliyorlardı ve işaret etmeleri yani aynı şeyi göstermeleri anlamlıydı onlar için(öyle miydi?).Dilden sonra (ki oluşumuna girmeyeceğim) ise göstericiler adlar oldu dolayısıyla anlam adlardan kaynaklandı. Adcı olarak baktığımızda, birşeyin işaretçisi olan adların, şeyleri anlamamızın nedeni olduğunu söyleyerek var olmayı bununla nasıl ilişkilendirebiliriz?

İşaret edilen, gösterilen şeylerin ad’landırılması onları var eder mi ya da varlığını kanıtlar mı? Evet, onu var eder, masaya masa diyor oluşum asam demeyişim onu masa olarak var eder. Dil, masa olan şeyi masa olarak adlandırmış, var etmiştir. Masa olan şeye asam deseydim, masa olan şey asam olarak var olurdu. Yani masa, masa olmadığı için masa yok olurdu. Tabi bu noktada adlandırma ve anlamlı gelme ilişkisine de değinilmesi gerekiyor. Şöyle de denebilir belki: Adlandırılan anlamlı olmasıyla vardır. Masa deyince herkesin masayı anlıyor oluşu gibi. Bu noktada dil, anlam ve gerçeklik ilişkisi üzerinde açılımlar yapılabilir. Bu beni var olmanın anlaşılabildiğince(kavranabildiğince) var olduğuna götürmez mi?

Peki ya soyut adlar? Masa olan şeyi işaret ederek, onun masa olarak var olduğunda anlaşıyoruz. Peki ya beyaz? Sanırım bu felsefedeki gösterimsel tanım [ostenstive definition] sorunu. Beyaz var mı? Beyazlık bir addır. Beyazlıktan aynı şeyi anladığımız için (aynı şeyi anlıyor muyuz ki?) beyazlığın var olması gibi bir sonuç çıkar mı? Beyaz kalem, beyaz masa diyebiliriz ama beyazı gösterebilir miyiz? Beyaz beyaz olarak yoktur. Adlandırılmıştır ama yoktur. Beyaz beyaz olarak bir anlam ifade etse bile var olmasından söz edilebilir mi?
Wittgenstein dilin tüm gerçeklik olduğunu söyler. Dilin olması dolayısıyla adın olması, adın taşıyıcısıyla (örn:masa) çakışır. Dolayısıyla, Berk’in “Adlandırılmayan yoktur” unu Wittgenstein ile ilişkilendirebilirim ancak Wittgenstein’ı sadece bu çağrışımla anarak, tam da bu noktada konuşamadığım yerde susuyorum diyerek bu paragrafı bitiriyorum.

3 – “Adlandırılmayan yoktur”un herşey adlandırıldığınca vardır çağrışımı:

Ortaçağ’da “ad” her ne kadar nesnel olarak algılansa da ben şunu savunabilirim, adlandırıldığında (yani adlandırıldığı o andan itibaren) herşey benim için var olur. Bir anlamda “ad”landırdığım an onu anlamlar üzerinden var etme durumudur. Bu, beni Heidegger’e götürecektir; çünkü Heidegger “var olma”yı (örn:“insan”olmayı) ona atfedilen anlamlar üzerinden açıklamıştır. Örneğin Duygu Asena, Kadının Adı Yok diye bir kitap yazmıştır. Kadın’ı Türkiye Cumhuriyeti’nde (Heidegger’deki dünyada olma meselesidir bu yani belirli önyargıların, kabullerin var olduğu mekanda olma meselesi.) yaşayan kadın olarak anlamıştır ve kadını, kadınlığa atfedilenler yani anlamları üzerinden anlatmıştır. Kadının Adı Yok, demesi ise onun anladığı anlamda “kadın”lığın olmamasıdır. Şimdi burdan şu çıkar: Berk’in sözünü herşey adlandırıldığınca vardır diye okur ve Heidegger sezgisine kapılırsam, Türkiye’de yaşayan “kadın” için “kocasından dayak yiyip başına kese kağıdı geçirerek sosyal(!) içerikli programlara çıkan kadın olarak vardır; ‘ben bilmem, beyim bilir’ diyen kadın olarak vardır; pozitif ayrımcılıkla hadi kadınlarında önünü açalım, biz açmazsak zaten biryerde olamayacaklar zihniyetiyle yüzleşen kadın olarak vardır; tacize mağruz kalan(!) kadın olarak vardır” diyebilirim. Yani böyle adlandırılır Türkiye’de kadın. Dolayısıyla kadın bu anlamları/adları üzerinden vardır derim. Asena’ya göre ise bu var olma (adlandırılma) durumu, yokluk durumudur çünkü kadına atfedilen anlamlar kadını, “kadın” olarak yokluğuna götürür. Asena, Heidegger’in, ‘var olma’nın varlığa atfedilen anlamlarla anlaşıldığı düşüncesiyle buluşarak, kadının bu haliyle varolmasını yokluk olarak niteleyerek kendi adlandırmasını ve dolayısıyla kendi var kılmasını gerçekleştirir. Bu çağrışımlarla “Adlandırılmayan yoktur” hem herşey adlandırılır diye hem de herşey adlandırıldığınca vardır diye okunabilir.

4 – Adlandırıldığında var olur diyerek, orda olduğu (var olduğu) halde adlandırana (algılayana) kadar bizim için (bkz: var olmanın öznel ve nesnel (algısal) sorgulamaları) var olmayan Volcano(?) gezegeni aklıma geldi... Adlandırmak için algılamak da gerek diye düşündüğümden... Berk haklı galiba, “Adlandırılmayan yoktur” bazı bazı...

Zor oldu yazması, zihin hala birçok göndermeye izin veriyor. Mamafih, bitiriyorum artık ve cüretkar bir şekilde ekliyor, adlandırılmayı Heideggervari var oluşumla anlıyor ve diyorum ki Var olan adlandırdıklarındır; adlandırılanlar değil...

21.09.2008

Bir

"Onbir yaşımda, yaz tatilimi büyükbabamın çiftliğinde geçirirken görünmeden yapabildiğim kadar sık ahıra sızar ve benekli kır rengi, iri sevgili atımı yumuşak bir şekilde okşardım. Bu sıradan bir zevk değildi, ama harika, kesinlikle dostane, ama aynı zamanda derinden etkileyen bir olaydı. Eğer bunu şu anda, elimin hala canlı olan belleğinden başlayarak açıklayacak olursam hayvanla temasta yaşadığım şeyin Diğeri olduğunu söylemeliyim. Diğerinin yoğun diğer oluşu, ama sığır ve koçun diğer oluşu gibi yabancı kalmayan bir diğer oluştu bu, daha çok yaklaşmama ve dokunmama izin veren bir diğer oluş. Kudretli atı okşarken ve elimin altındaki hayatı hissederken, sanki canlılık unsurunun kendisi tenime, ben olmayan bir şeye, bana tamamen yabancı olan bir şeye, diğerine, ama yalnızca bir diğerine değil Diğer'inin kendisine değiyordu; ama yaklaşmama izin veriyordu, bana kendini açıyor, kendini güçlü bir şekilde benimle kurduğu Sen ve Sen ilişkisine bırakıyordu. At, ben daha yulafı onun için yemliğe boşaltmaya başlamadan iri başını yavaşça kaldırıyordu, kulaklarını oynatıyordu, sonra sessizce kişniyordu, sanki bir komplocunun yalnızca arkadaşının duymasını istediği bir işaret verir gibi; ve ben onaylanıyordum. Ama bir keresinde -çocuğu neyin etkilediğini bilmiyorum, ama yeterince çocukçaydı- okşama ve bana verdiği zevk dikkatimi çekti ve birden elimin farkına vardım. Oyun daha önceki gibi devam etti, ama bir şey değişmişti, artık aynı şey değildi. Ve ertesi gün arkadaşıma bol miktarda yem verdikten sonra onu okşadığımda başını kaldırmadı."

Buber, Between Man and Man s. 22-23

"Kimi zaman unutabilir kişi bireysel bir varoluşu..."

Kimi zaman unutabilir kişi bireysel bir varoluşu. Farkındalığını yitiriverir an karşısında. Mekanik işleyişinin ötesinde aşar bedenini, kaybolur bir küçük zaman dilimi içinde. Bütünleşir, bir olur… Bütünün bir parçası olarak kendini deneyimden soyutlamaz. Bir bakıma deneyimin kendisi olur, gözleyen kişi kaybolur o deneyimin içinde. Bu an öyle bir andır ki belirlenemez, kendiliğinden oluşuverir, iğreti durmaz hayat karşınsıda. Ama böyle bir anın varlığını hissetmek o anın bitişini müjdeler. Fark etmek tüketir böyle bir birliği. Deneyenin ve deneyimin birliğini…

Ahmet İnam ve Aşk

Ahmet İnam kesinlikle haklı. Aşkın ne olduğunu bilmeyenler var. Hatta felsefecilik oynayıp, üçe ayırmalıyım aşkı yanlış bilenleri:

1. Aşkı tamamen karşısındakiyle ilgili zannedenler

2. Aşkı tamamen kendisiyle ilgili zannedenler

3. Gerizekalılar

Hepsi var etrafımızda. Hepsi, ayrıca, içimizde de var.

Karşımızdakini o kadar çok düşünüyoruz ki, en küçük isteğinin, rahatsızlığının, ettiği lafların, gittiği yerlerin esiri oluyoruz. Sanki kendi kişiliğimiz onunkinin yalnızca bir izdüşümü oluyor. Hayattaki bütün dertlerimiz, önceliklerimiz birdenbire şekil değiştirip, onunkiler haline geliyor. Bir gece telefonuyla uyandırılıyoruz, nereye gidip kimlerle görüşeceğimiz hakkında emirler alıyoruz, istekler ve istekler üstüne isteklerle ona yardım ediyoruz ve bu istekler ne kadar uçuksa o kadar mutlu oluyoruz, o hayatını kendi kararlarıyla belirlerken kendi kararlarımız hep çocuksu ve hatalı oluyor. Sessizce boyun eğiyoruz: Dışarıdan biri bunu bize gösterirse inkardan başlayıp, bunun kötü ve hatalı bir ilişki olduğunun kabulüne kadar gidiyoruz; ama içten içte öyle hoşumuza gidiyor ki başkasının gölgesi olmak. Aşk budur. Sevgi böyledir. Kendi kendine çürüyebilir. Aşk ta kutsal olan hiçbir şey yoktur. Ya da varsa bile, bir o kadar da aşağılık ve çürümüştür. Hatta öyle çürütür ki, ne kendinizden bahsedildiğini anlayabilirsiniz ne de kendinizden bahsettiğinizden, bütün bu hastalık belirtileri karşısında.

Irvin Yalom, bu tip ilişkilere “kendini başkasının içine gömmek” diyor, ya da onun gibi bir şey. Ağzına sağlık. ““Baskın olan bir başkası” için yaşamak. Bir koruyucu, anne, baba, sevgili, hatta ideoloji.” Yaşayan ölüler aslında hiç te fantastik şeyler değil. Ona göre, bu ölümden kaçmak için bir çare. İster ölümden olsun, eğer kabul etmiyorsanız, isterseniz iğdiş edilme korkusu olsun, kendi anksiyeteleriyle başetmek istemeyenler için çok kolay bir kaçış yolu işte. KENDİNİ BAŞKASININ İÇİNE GÖMMEK. Kendi başına varolmak istemeyen, bundan ölesiye korkan insanlar, işte aşkı bu zannediyor. Aşkı “onun için” zannediyorlar. Fedakarlığı vericilik zannediyorlar. Bunu yaptık, yapıyoruz. Ama bu ne aşk ne de sevgi, bu bir hastalık. Ya da ben o kadar yanlış anladım ki her şeyi.

Bazıları da, ben aşık olmam veya olmayacağım veya olmasam daha iyi veya yalnızca seks için veya yalnızca yalnızlık diyorlar. Aslında düşününce korkulan belki de hep aynı şey. Kendi kendinle başedememek. Kendi korkularımız, endişelerimiz, kaygılarımız o kadar ağırlaşıyor ki üstüne birisine seni seviyorum bile diyemiyoruz. Dengeyi bozmamak, ne kadar ağır ve karanlık olsa da aklımızdaki o boktan dünyayı sarsmamak için o kadar uğraşıyoruz ki başka birisinin varlığının bunu tehdit etmesi bizi ölesiye korkutuyor. Böylesi daha iyi, ben böyle yaşayacağım, kimseye ihtiyacım yok, teşekkür ederim. Yalnızlık o kadar muhteşem bir sevgili oluyor ki insana, sesi hiç çıkmıyor, bildiğin her şeyi biliyor, seninle aynı şeyleri seviyor, vücudu yok, seçimleri yok, ne söylesen anlıyor, seni suçlamıyor, seni zorlamıyor. Hayatın karşısında tek başına varolabildiğimizi göstermek. Bunu göstermek o kadar önemli ki, ola ki birisi girerse hayatına, kafasına iyice sokmalı, sensiz de yaşayabilirim, bütün bunlar gelip geçici. Hatta bunu kanıtlamak için önce biz yoketmeliyiz ilişkiyi. Kontrol bizim elimizde olmalı. En küçük hatalar bile bir kenara yazılır ve affetmek imkansızdır. İnsanlar değişmez. Ama bütün bu yalnızlık ta bizi bütün o dertlerle, korkularla ve kaygılarla tek başına bırakıyor.

Bu da kendi başına varolma, kendini ortaya koyma takıntısı. Öyle bir hırs ki bu, insanın içini yiyip bitiriyor. Hedef her zaman aynı sanki bu tiplerde: yalnızlık, tek başına var olabilecek bir hayat.

Kendini başkasına gömmek ve hayatla yalnız başa çıkmak. İkisi de aslında gerçek bir ilişkiden kaçıyor. İkisinin de korkuları var, hem de çok derin, hastalıklı. İkisi de var içimizde. İkisi de öldürüyor. Fark etmemizi engelliyor. Ve bütün diğer küçük ayrıntılar. Faturalar, dersler, gelecek. Hepsi o kadar “fazla” ki, kendimiz veya başkaları hakkında gerçek bir şeyler bilmek imkansız.

Her şey kendi kendini anlatıyor, kendi kendinin reklamı haline geliyor. Her şeyin parçası olduğu bir kültür ya da alt-kültür var ve aslında her şey çoktan mezara gömülü/modası geçmiş/sindirilmiş halde doğuyor. Kabul edilebilir davranışlar ve ayıp olanlar. Hepsinin ayrı yerleri ve zamanları var. Hepsini göz önüne alıyoruz, programlarımız ve hedeflerimiz ve planlarımız ve kariyer adımlarımız var. Ne neşeli olduğumuzun farkına varıyoruz ne de bunalımda olduğumuzun. Birbiri üstüne yığılan insanlar ve günler ve planlar arasında her şey kendisine meta oluyor. Aşktan bahsederken bile aslında meta-Aşktan bahsediyoruz.

Gerçek ve doğrudan bir şey ise, atla olan o iletişimde var. Hayvanın basitliği, çocuğun masumluğu, ortadaki küçük heves ve muzip alışveriş, gerçek bir şey çıkartabiliyor ortaya. Ama bunu düşündüğümüz anda kaybediyoruz, gerçek anlamı elimizden kayıyor. Analiz ediyoruz. Küçük parçalara ayırıp sorguluyoruz. Nedenler arıyoruz. Kendimizi, kendi kendimize ağız malzemesi, dedikodu, muhabbet konusu haline getiriyoruz. “Gerçek”, “ideal”, “ahlaki” ve “metafizik” gibi sikik felsefelerle çerçeveler içine alıp, upuzun paragraflar yazıyoruz bu konular hakkında. Hele ki sevdiklerimiz söz konusu olunca hiç bekleyemiyoruz. Yalnız anlarımız, özel anılarımız, küçük şeyler ya da büyük romantik haraketler. Hepsi bütün korkularımızla, bütün kaygılarımızla ve küçük hesaplarımızla paramparça oluyor, ayağa düşüyor, kokuşuyor. Kendi varlığımız bile o kadar batıyor ki bir tarafımıza; vücudumuz, hareketlerimiz, dinlediğimiz filmler ve müzikler, doğru kabul ettiğimiz davranışlar, ahlak sandığımız nitelikler, meziyetler.

Öyle farkındayız ki kendimizin, daha karşımızdakine karşımızdaki demeden önce, kendimizi alıp koyuyoruz karşımıza, direk olarak kendimizle bile bir bağımız yok.


Bu yaşadığımız yerde zaten atlara da ancak para verip dokunabiliriz, dokunduklarımız da ancak uyuz atlar olur.



O yüzden, o kadar uzak ki, bu zamanda yaşayanlara, ya da bana, herhangi bir gerçek ilişki, Buber’in bahsettiği türden bir ilişki, o kadar gerçekleşmesi zor ki, kendimi şanslı hissediyorum en azından acı çekebildiğim için. Bazen ne için olduğunu anlamasam da.

“Ben”i önceleyen “Sen” ...



Martin Buber… Yukarıdaki alıntının da onun ekseninde yorumlanması gerektiğini düşündüğüm ‘sen felsefesi’nin Avusturyalı-Yahudi mimarı… İlk kez Felix Körner’in felsefi antropoloji dersinde karşılaştığım Buber’in, o zamandan bu yana, anlaşılması güç bir filozof olduğunu düşünüyorum. Nedeniyse sözcüklere dökmeye çalıştığı birçok durum ve sürecin, çözümlenmesi, sınıflanması kolay olmayan, üzerinde düşünmeye başladığınızda tüm anlam içeriğini yitirir görünen durum ve süreçler olması. Öyle durum ve süreçler ki bunlar, duyumsadığınızdan çok daha azını sözcüklere dökebilir olduğunuz için hem duyumsandıkları anlamda anlaşılır olmayı yitiriyorlar hem de o durumu henüz deneyimlememiş olanlar söylediklerinizi bir türlü bir bağlama oturtamıyorlar.

Sizin de yaşamış olduğunuz bir durumdur: Çevrenizdekilerce sizin anladığınız düzeyde anlaşılmayacağını düşündüğünüz bir öykünüzü – aslında bir o kadar da çok anlatmak isterken – anlatmamayı seçmiş ve sessizliğe gömülmüşsünüzdür. Sorunun bir ayağı anlatabilmektedir; daha doğrusu anlatamamakta, e.d. duyumsadığınız denli anlatamamakta. Diğer ayağıysa anlaşılmamakta değil; duyumsanamamaktadır; çünkü sizin duyumsadığınız ve ancak anlatarak aktarabileceğiniz şeyler, karşınızdakinin anlayarak duyumsayabileceği değil; ama tam tersi duyumsayarak anlayabileceği şeylerdir ki orada sözcüklerin bir anlamı yoktur.

İşte Buber’i anlamanın güçlüğünün yukarıda anlatmaya çalıştığıma benzer durumlardan ileri geldiğini düşünüyorum. Onun, sessizliğe terk edilmesi beklenen durumları sözcüklere dökme çabası…

‘Sen felsefesi’nin temel izleklerine şöyle bir bakacak olursak Buber, insan ile içinde bulunduğu dünya ve o dünyanın içinde bulunan diğer varlıklar arasında iki temel ilişki türü olduğunu öne sürer: Ben-Sen ve Ben-O ilişkileri. Bu iki farklı ilişki türünün yarattığı ikiliğe diyalojik ilke, ve o ikilik üzerinde yükselen varoluşa da diyalojik varoluş adını verir. Ben-Sen ilişkisinde deneyimlenen diyalogken, Ben-O ilişkisinde deneyimlenen bir monologdur.

Ben-Sen ilişkisinin temelinde karşılaşma eylemi, karşılıklı olma durumları vardır. Ben ve Sen arasında canlı bir mübadele söz konusudur. Ben için Sen, neyse odur. Bu ilişki türünde Ben, Seni varolduğu durumuyla kabul eder, ona ilişkin hiçbir değerlendirmede, sınıflamada, incelemede, onu araç konumuna indirgeyecek hiçbir davranışta bulunmaz; Seni bir amaç olarak deneyimler. Benin Sende peşinde olduğu Senin otantik bireyselliğidir. Sen, Benin düşündüklerine ve beklediklerine rağmen kendi bireyselliği, e.d. Sen oluşuyla – ki o da sonuçta bir Bendir – Beni yanıtlar. İşte Ben, Seni nesneleştirmeden onunla girdiği karşılıklı ilişkiyle Ben olur. Buber’e göre insan, diğer insanlarla karşılıklı ilişki içine girerek ‘kişi’ olur ve bu kişi “Ben” demeyi, ancak ilişki içinde bulunduğu kişilerin Seni olarak öğrenebilir. Bu karşılıklı olma durumuyla ki Ben-Sen mübadelesi gerçekleşir, e.d. bir Ben-Sen ilişkisinde Ben olan aynı zamanda bir Sendir de; ama ilişkiler yalnızca Ben-Sen ilişkisinden ibaret değildir.

Diğer ilişki türü ise Ben-O ilişkisidir ve yukarıda da belirtildiği gibi bu ilişki türünde deneyimlenen diyalog değil; monologdur. Monologdur; çünkü bu ilişkide, Ben-Sen ilişkisinde olduğu gibi bir karşılaşma ya da karşılıklı olma durumları söz konusu değildir. Bu ilişki türündeki Ben, bir öncekinden farklı olarak ‘kişi’ değil; ama ‘ego’dur. Ego, e.d. Ben, karşısındaki varlığa ilişkin olarak kendi düşüncelerini oluşturur ve o düşünce ve kavramsallaştırmaları karşısındaki varlığa yükler. Bu noktada, karşısındaki varlık ne olursa olsun Ben tarafından bir nesne olarak görülür ve Benin kendi gereksinim ve çıkarlarınca bir araç olarak kullanılmaya açık duruma gelir. Bu ilişkide Senin bir Ona dönüşmesinin nedeni; daha doğru bir ifadeyle Benin karşısındakinin bir Sen değil de bir O olarak görülmesinin nedeni Benin karşısındakini kendi otantik varoluşu içinde görmeyi bırakıp kendi kavramsallaştırmasını ona yansıtması ve onu bir nesne düzeyine indirgemesidir.

İronik olan Benin, Ben-O ilişkisiyle Ben olabileceğini sanmasıdır. Ortada diğer egolar ya da O-lar arasından sıyrılmaya çalışan bir ego vardır ve bu ego, bir Ben olduğu yanılsamasını taşır; ama Buber’in bakış açısıyla diyebiliriz ki kişinin Ben olması diğerlerinin arasından sıyrılmasıyla değil; diğerleriyle ilişki içinde olmasıyla gerçekleşir ki bu da Ben-Sen ilişkilerine zemin hazırlar. Ben-Sen ilişkisindeki Sen üzerinden kişi, Ben olduğunun farkına varır. Sonuçta Ben olmanın asıl yolu “Sen” diyebilmekten ve “Sen” adıyla çağrılanca da bir Sen olarak imlenmekten geçer, e.d. “Sen” dediğinizin de sizi bir Sen olarak görmesinden. İşte mübadele ya da değiş-tokuş bu süreçle yaşanır ve kişi Ben olmayı deneyimler.

Buber’in büyükbabasının çiftliğindeki atla arasında geçenler, Ben-Sen ilişkisinde yaşanan bir karşılaşma eylemi, karşılıklı olma durumudur. İlginç nokta Buber’in Seni, olağan koşullarda “hayvan” deyip geçilebilecek bir attır; ama Buber’in Ben-Sen ilişkisine girdiği at da Buber’le bir Ben-Sen ilişkisine girmiştir ki bu birçok hayvanla sahibi arasındaki ilişkinin hayvan tarafınca deneyimlenen yüzüdür. At (Ben), Buber’i bir Sen olarak görmüş ve onun yaklaşmasına izin vermiştir:

Diğerinin yoğun diğer oluşu, ama sığır ve koçun diğer oluşu gibi yabancı kalmayan bir diğer oluştu bu, daha çok yaklaşmama ve dokunmama izin veren bir diğer oluş. Kudretli atı okşarken ve elimin altındaki hayatı hissederken, sanki canlılık unsurunun kendisi tenime, ben olmayan bir şeye, bana tamamen yabancı olan bir şeye, diğerine, ama yalnızca bir diğerine değil Diğer'inin kendisine değiyordu; ama yaklaşmama izin veriyordu, bana kendini açıyor, kendini güçlü bir şekilde benimle kurduğu Sen ve Sen ilişkisine bırakıyordu.

Buber (Ben) için de atı bir O değil; Sendir bu durumda. Atı kendi otantik varoluşu içinde görür ve atın canlılığına dokunur Buber. İnsanlarla sürekli birlikte olduğumuz, birbirimize dokunduğumuz, öpüştüğümüz, seviştiğimiz için farkındalığını yitirmiş olduğumuz bir duygu olabilir canlılık. Atın derisinden elimize akan ısı, o derinin titreşimi, o derinin altında yaşananlar, bir insanın dokunabileceği, duyumsayabileceği düzeyde atın kendisi. Onun teni üzerinde kayan ellerinizin hemen altında. Zevk verici ya da eğlenceli olmasını bir yana bırakın bir canlının, canlılığın sıcaklığına dokunabilmek, onunla canlı olmak üzerinden bir ilişki kurabilmek…

Şimdi de bir kadına ya da erkeğe dokunduğunuzu düşünün… Az önce de belirttiğim gibi aşina olduğumuz bir durum bu artık; ama aşinalığımızı ve o dokunuşun bedenimizde yaratacağı hazzı bir kenara bırakarak düşünmeye çalışın… Bir kadının dudaklarındaki sıcaklığın ardındaki canlılık ya da bir erkeğin göğsünden sizin göğsünüze akan o sıcak canlılık, atmakta olan yüreğin hanginizin yüreği olduğunu karıştırmanız… Karşınızdakini, az sonra, sizi bir hazzın doruklarına taşıyacak ve kendi kavramsallaştırmalarınız içerisinde sürekli olarak yeniden yarattığınız bir O olarak düşünmeyin. Bir Sen olmalı karşınızdaki, canlılığını soluduğunuz ve sırf o canlılığıyla size (Ben) işaret eden bir varlık.

Ama bir keresinde -çocuğu neyin etkilediğini bilmiyorum, ama yeterince çocukçaydı- okşama ve bana verdiği zevk dikkatimi çekti ve birden elimin farkına vardım. Oyun daha önceki gibi devam etti, ama bir şey değişmişti, artık aynı şey değildi.

Burada yaşananın bir kırılma olduğunu düşünüyorum. Sanki bir geçiş var; Ben-Sen ilişkisinden Ben-O ilişkisine. Sorun alınan zevkte değil; karşısındakini bir Sen olarak deneyimlemesinin Ben-e zevk vermemesini düşünemeyiz. Sorun sanki o zevkin farkına varmakta ve onun üzerinde yoğunlaşıp o zevki verenin üzerinde değil de o zevkin kendisi üzerinde ilerlemeye devam etmekte. Zevkin, zevk-verenin önüne geçmesi ve Benin zevk-vereni değil de zevki amaçlaması. Zevk ile zevk-veren arasında yaşanabilecek olası bir değişim, amaç-araç değişimini de peşinden sürükler düşüncesindeyim. Kendi otantikliği içinde başlı başına bir amaç olan ve zaten zevk veren bir deneyim içinde olduğunuz Sen, bir anda vereceği zevk için araç durumuna indirgenir ki bu da Senin bir O-ya dönüşmesi olarak okunabilir.

Dahası Ben-Sen ilişkisinde bir bir-liktelik durumu, Bizlik söz konusudur. İki bedenin arasında atmakta olan yüreklerin hangisinin kime ait olduğunun karıştırılması örneğiyle anlatmak istediğim buydu. Bu Bizlik durumu, bir birlik durumudur ve nelerin kime ait olduğu kesin çizgilerle belli değildir. İşte Buber, yaşadığı zevk sonucu elinin farkına vardığında Ben-Sen ilişkisindeki çatlak da oluşmaya başlamıştı. Ben, Sen ile olan ilişkisinden bağımsızlaşarak kendinin farkına varmaya başladı ki bu Beni egoya, karşısındaki Seni de O-ya dönüştürdü.

Ve ertesi gün arkadaşıma bol miktarda yem verdikten sonra onu okşadığımda başını kaldırmadı.