21.09.2008

Ahmet İnam ve Aşk

Ahmet İnam kesinlikle haklı. Aşkın ne olduğunu bilmeyenler var. Hatta felsefecilik oynayıp, üçe ayırmalıyım aşkı yanlış bilenleri:

1. Aşkı tamamen karşısındakiyle ilgili zannedenler

2. Aşkı tamamen kendisiyle ilgili zannedenler

3. Gerizekalılar

Hepsi var etrafımızda. Hepsi, ayrıca, içimizde de var.

Karşımızdakini o kadar çok düşünüyoruz ki, en küçük isteğinin, rahatsızlığının, ettiği lafların, gittiği yerlerin esiri oluyoruz. Sanki kendi kişiliğimiz onunkinin yalnızca bir izdüşümü oluyor. Hayattaki bütün dertlerimiz, önceliklerimiz birdenbire şekil değiştirip, onunkiler haline geliyor. Bir gece telefonuyla uyandırılıyoruz, nereye gidip kimlerle görüşeceğimiz hakkında emirler alıyoruz, istekler ve istekler üstüne isteklerle ona yardım ediyoruz ve bu istekler ne kadar uçuksa o kadar mutlu oluyoruz, o hayatını kendi kararlarıyla belirlerken kendi kararlarımız hep çocuksu ve hatalı oluyor. Sessizce boyun eğiyoruz: Dışarıdan biri bunu bize gösterirse inkardan başlayıp, bunun kötü ve hatalı bir ilişki olduğunun kabulüne kadar gidiyoruz; ama içten içte öyle hoşumuza gidiyor ki başkasının gölgesi olmak. Aşk budur. Sevgi böyledir. Kendi kendine çürüyebilir. Aşk ta kutsal olan hiçbir şey yoktur. Ya da varsa bile, bir o kadar da aşağılık ve çürümüştür. Hatta öyle çürütür ki, ne kendinizden bahsedildiğini anlayabilirsiniz ne de kendinizden bahsettiğinizden, bütün bu hastalık belirtileri karşısında.

Irvin Yalom, bu tip ilişkilere “kendini başkasının içine gömmek” diyor, ya da onun gibi bir şey. Ağzına sağlık. ““Baskın olan bir başkası” için yaşamak. Bir koruyucu, anne, baba, sevgili, hatta ideoloji.” Yaşayan ölüler aslında hiç te fantastik şeyler değil. Ona göre, bu ölümden kaçmak için bir çare. İster ölümden olsun, eğer kabul etmiyorsanız, isterseniz iğdiş edilme korkusu olsun, kendi anksiyeteleriyle başetmek istemeyenler için çok kolay bir kaçış yolu işte. KENDİNİ BAŞKASININ İÇİNE GÖMMEK. Kendi başına varolmak istemeyen, bundan ölesiye korkan insanlar, işte aşkı bu zannediyor. Aşkı “onun için” zannediyorlar. Fedakarlığı vericilik zannediyorlar. Bunu yaptık, yapıyoruz. Ama bu ne aşk ne de sevgi, bu bir hastalık. Ya da ben o kadar yanlış anladım ki her şeyi.

Bazıları da, ben aşık olmam veya olmayacağım veya olmasam daha iyi veya yalnızca seks için veya yalnızca yalnızlık diyorlar. Aslında düşününce korkulan belki de hep aynı şey. Kendi kendinle başedememek. Kendi korkularımız, endişelerimiz, kaygılarımız o kadar ağırlaşıyor ki üstüne birisine seni seviyorum bile diyemiyoruz. Dengeyi bozmamak, ne kadar ağır ve karanlık olsa da aklımızdaki o boktan dünyayı sarsmamak için o kadar uğraşıyoruz ki başka birisinin varlığının bunu tehdit etmesi bizi ölesiye korkutuyor. Böylesi daha iyi, ben böyle yaşayacağım, kimseye ihtiyacım yok, teşekkür ederim. Yalnızlık o kadar muhteşem bir sevgili oluyor ki insana, sesi hiç çıkmıyor, bildiğin her şeyi biliyor, seninle aynı şeyleri seviyor, vücudu yok, seçimleri yok, ne söylesen anlıyor, seni suçlamıyor, seni zorlamıyor. Hayatın karşısında tek başına varolabildiğimizi göstermek. Bunu göstermek o kadar önemli ki, ola ki birisi girerse hayatına, kafasına iyice sokmalı, sensiz de yaşayabilirim, bütün bunlar gelip geçici. Hatta bunu kanıtlamak için önce biz yoketmeliyiz ilişkiyi. Kontrol bizim elimizde olmalı. En küçük hatalar bile bir kenara yazılır ve affetmek imkansızdır. İnsanlar değişmez. Ama bütün bu yalnızlık ta bizi bütün o dertlerle, korkularla ve kaygılarla tek başına bırakıyor.

Bu da kendi başına varolma, kendini ortaya koyma takıntısı. Öyle bir hırs ki bu, insanın içini yiyip bitiriyor. Hedef her zaman aynı sanki bu tiplerde: yalnızlık, tek başına var olabilecek bir hayat.

Kendini başkasına gömmek ve hayatla yalnız başa çıkmak. İkisi de aslında gerçek bir ilişkiden kaçıyor. İkisinin de korkuları var, hem de çok derin, hastalıklı. İkisi de var içimizde. İkisi de öldürüyor. Fark etmemizi engelliyor. Ve bütün diğer küçük ayrıntılar. Faturalar, dersler, gelecek. Hepsi o kadar “fazla” ki, kendimiz veya başkaları hakkında gerçek bir şeyler bilmek imkansız.

Her şey kendi kendini anlatıyor, kendi kendinin reklamı haline geliyor. Her şeyin parçası olduğu bir kültür ya da alt-kültür var ve aslında her şey çoktan mezara gömülü/modası geçmiş/sindirilmiş halde doğuyor. Kabul edilebilir davranışlar ve ayıp olanlar. Hepsinin ayrı yerleri ve zamanları var. Hepsini göz önüne alıyoruz, programlarımız ve hedeflerimiz ve planlarımız ve kariyer adımlarımız var. Ne neşeli olduğumuzun farkına varıyoruz ne de bunalımda olduğumuzun. Birbiri üstüne yığılan insanlar ve günler ve planlar arasında her şey kendisine meta oluyor. Aşktan bahsederken bile aslında meta-Aşktan bahsediyoruz.

Gerçek ve doğrudan bir şey ise, atla olan o iletişimde var. Hayvanın basitliği, çocuğun masumluğu, ortadaki küçük heves ve muzip alışveriş, gerçek bir şey çıkartabiliyor ortaya. Ama bunu düşündüğümüz anda kaybediyoruz, gerçek anlamı elimizden kayıyor. Analiz ediyoruz. Küçük parçalara ayırıp sorguluyoruz. Nedenler arıyoruz. Kendimizi, kendi kendimize ağız malzemesi, dedikodu, muhabbet konusu haline getiriyoruz. “Gerçek”, “ideal”, “ahlaki” ve “metafizik” gibi sikik felsefelerle çerçeveler içine alıp, upuzun paragraflar yazıyoruz bu konular hakkında. Hele ki sevdiklerimiz söz konusu olunca hiç bekleyemiyoruz. Yalnız anlarımız, özel anılarımız, küçük şeyler ya da büyük romantik haraketler. Hepsi bütün korkularımızla, bütün kaygılarımızla ve küçük hesaplarımızla paramparça oluyor, ayağa düşüyor, kokuşuyor. Kendi varlığımız bile o kadar batıyor ki bir tarafımıza; vücudumuz, hareketlerimiz, dinlediğimiz filmler ve müzikler, doğru kabul ettiğimiz davranışlar, ahlak sandığımız nitelikler, meziyetler.

Öyle farkındayız ki kendimizin, daha karşımızdakine karşımızdaki demeden önce, kendimizi alıp koyuyoruz karşımıza, direk olarak kendimizle bile bir bağımız yok.


Bu yaşadığımız yerde zaten atlara da ancak para verip dokunabiliriz, dokunduklarımız da ancak uyuz atlar olur.



O yüzden, o kadar uzak ki, bu zamanda yaşayanlara, ya da bana, herhangi bir gerçek ilişki, Buber’in bahsettiği türden bir ilişki, o kadar gerçekleşmesi zor ki, kendimi şanslı hissediyorum en azından acı çekebildiğim için. Bazen ne için olduğunu anlamasam da.

1 yorum:

mutluluk dansı dedi ki...

aşk diyeyim diyorum.. diyemiyorum... susuyorum işte...


"Bence efsaneyiz biz,acılı,mutsuz
Ve hayal gücüyle görürüz sadece"