Stalker’da (Andrei Tarkovski,1979) bilimi temsil eden Bilim Adamı çantasını yanından hiç ayırmaz. Bilimin yarattıkları onunladır hep. Bilim Adamı, en gerçek dilekleri gerçekleştirecek olan Bölge’nin nasıl var olduğunu açıklar ve onun neden var olduğuyla ilgilenmez; çünkü bilimin kendi yanıtları ve gerçeğe(!) dair kendi ‘bil’dirimselliği vardır. (“Sonunda bu sihirli ve karmakarışık evrenin atoma, atomun da elektrona indirgendiğini öğretiyorsunuz bana”) Bilim adamı Bölge’deki odaya girmek istemez. Dahası, çantasında Bölge’yi yok etmek için bomba taşır; çünkü Bölge’nin tehlikeli olduğuna ve insanın, insan hayatı için tehlikeli dilekleri olacağına inanır. Dolayısıyla, Bölge’nin yok edilmesi gerektiğini söyler; ancak Bilim Adamı, insanların sonsuz güç dileyeceklerini düşündüğü halde bölgeyi yok etmez ve insanlar için biraz umut bırakmanın bir zararı olmadığını söyler. Lütfeder yani. Bilim böyle işler işte.
Bilim çoğunluğun bilimidir aslında. Kuhn’cu anlamda bilimsel düşünce, çoğunluğun olguları algılama şeklidir. Bu da paradigma’dır. Normal bilim, bir sorunla karşılaştığında kendi araçlarıyla bu sorunları çözer; ancak bilim karşılaştığı sorunlara her zaman çözüm bulamaz. Bu çözümsüzlük kendi içinde bir kriz ortamı yaratır, bu kriz ise ancak ve ancak yeni bir paradigmayla çözülür. Paradigma değiştikçe bilimin kuramları değişir (“Şimdiden kuram değiştirdiniz”) Sonuçta, Kuhn normal ve birikimle ilerlediği düşünülen bilimin, krizlerden kurtulmak için paradigma değişimi yaşarken, sahip olduğu birikimin hiçbir anlamı/önemi kalmadığını söyler; çünkü bilimin ilerlemesinde ve bilimin temelinde paradigma’lar yatar: “Böylece bana her şeyi öğretmesi gereken bilim bir varsayımda sona eriyor, bu açıklık eğretilemeye gömülüyor, bu kararsızlık sanat yapıtında eriyip gidiyor. Bunca çabaya ne gerek vardı?”
Stalker’da sanatı temsil eden Yazar ise, Bölge'ye girdiğinde en çok gerçekleşmesini istediği dileğinin ne olduğunu öğrenecektir ancak öğrendiği an ‘anlam’ı yitireceğinden korkmaktadır çünkü ruhunun/aklının en derinlerinde yatan dileğin gerçek olması halinde (dolayısıyla bunu öğrendiğinde) esinini kaybedeceğine inanır. Diyelim ki bir dahi oldu ve yaratabiliyor, yazabiliyor ve tükenmiyor… Yazacaklarının önemini yitirdiğini düşünecek ve yaratma gücüne sahipken, her şeyi yazma potansiyeli varken hiçbir şey yazamayacak. Bu nedenle, Yazar odaya girmemeyi tercih edecektir. Her şeyi “verili” olarak bilmek istemeyecektir çünkü.
Heidegger, “Sanatın Doğuşu ve Düşüncenin Yolu” isimli makalesinde: “Sanat, tékhne olarak bir bilgi alanı içinde bulunduğundan ve böylesi bir bilgi henüz var olmayanı, görülmemiş olanı biçimi ve boyutlarıyla önceden görerek, görülür, algılanır duruma getirdiği için, bu önceden görme olgusu üstün bir görme tarzı ve aydınlık ister” diyor ve ekliyor “Sanata gebe bu önceden – görme esin gerektirir.” Dolayısıyla ontik yaşayan beşerin – verili ampirik dünya koşullarında ve koşullarıyla yaşayan beşerin – bu ontik varoluştan kurtulmasının yolunun, bilimden kurtuluşundan ve beşerin “aydınlanma”sından geçtiğini söyler çünkü ontik bilimler kendi önyargıları, kuramları ve tarihsellikleriyle var olmakta ve zorunlu ve mutlak olarak görünmektedirler. Bilim, temel kavramlarıyla yüklendiği kodları insana aktarır. Dolayısıyla, insan bilimsel aktivitesini bu kodlarla gerçekleştirir. Bilim, insanın içine doğduğu bu kodların işlerliğini göstermektedir. Bu kodları işlemek ise, dünyayı bilincin önüne koyup onun nasıl olduğunu açıklamaktır. Sanatın dünyası ise, bilim adamının ne’liğini sunduğu dünya değildir; sanatın dünyası, dünyanın kendini nasıllığıyla gösterdiği dünyadır. Yani bana görünen dünya, benim onu gördüğüm şekilde vardır. Bu nedenle, bilim hiçbir şekilde ‘benim’in dünyasını açıklayamaz. Açıkladığını sandığı dünya ise gösterdiği dünyadır; görülebilen dünya değil. Bu da “Başladığım noktaya geldim” demektir.
Denizi ele alalım. Ben Edip Cansever gibi “ekledim her tattığım şeyi denizlere” diyebilirim ve “bildiğim ne varsa onlarda hep denizlerden” derim ardından. Deniz bana kendini böyle sunmuştur; bilimin, deniz için “yer kabuğunun çukur bölümlerini kaplayan, birbiriyle bağlantılı, tuzlu su kütlesi” deyişi bana hiçbir şey ifade etmez. Bu nedenle, “Gene de bu yeryüzünün bütün bilimi beni bu dünyanın benim olduğuna inandırabilecek hiçbir şey vermeyecek” diyebilirim bende. Bilim önceden görmez, bilim zaten hep görür. Ben denizi bana göründüğü şekilde görürüm ki bu da zaten benim aydınlanmam ve benim ‘ben’imin denizi önceden görmesi ve denizi hep böyle görmesidir. Deniz ‘benim’dir ve deniz benim için budur işte. Akşamın eli gibi… Açıklama yoktur; görme, duyma, hissetme vardır… Başladığım yerdeydim, başladığım yerdeyim…
Bilim çoğunluğun bilimidir aslında. Kuhn’cu anlamda bilimsel düşünce, çoğunluğun olguları algılama şeklidir. Bu da paradigma’dır. Normal bilim, bir sorunla karşılaştığında kendi araçlarıyla bu sorunları çözer; ancak bilim karşılaştığı sorunlara her zaman çözüm bulamaz. Bu çözümsüzlük kendi içinde bir kriz ortamı yaratır, bu kriz ise ancak ve ancak yeni bir paradigmayla çözülür. Paradigma değiştikçe bilimin kuramları değişir (“Şimdiden kuram değiştirdiniz”) Sonuçta, Kuhn normal ve birikimle ilerlediği düşünülen bilimin, krizlerden kurtulmak için paradigma değişimi yaşarken, sahip olduğu birikimin hiçbir anlamı/önemi kalmadığını söyler; çünkü bilimin ilerlemesinde ve bilimin temelinde paradigma’lar yatar: “Böylece bana her şeyi öğretmesi gereken bilim bir varsayımda sona eriyor, bu açıklık eğretilemeye gömülüyor, bu kararsızlık sanat yapıtında eriyip gidiyor. Bunca çabaya ne gerek vardı?”
Stalker’da sanatı temsil eden Yazar ise, Bölge'ye girdiğinde en çok gerçekleşmesini istediği dileğinin ne olduğunu öğrenecektir ancak öğrendiği an ‘anlam’ı yitireceğinden korkmaktadır çünkü ruhunun/aklının en derinlerinde yatan dileğin gerçek olması halinde (dolayısıyla bunu öğrendiğinde) esinini kaybedeceğine inanır. Diyelim ki bir dahi oldu ve yaratabiliyor, yazabiliyor ve tükenmiyor… Yazacaklarının önemini yitirdiğini düşünecek ve yaratma gücüne sahipken, her şeyi yazma potansiyeli varken hiçbir şey yazamayacak. Bu nedenle, Yazar odaya girmemeyi tercih edecektir. Her şeyi “verili” olarak bilmek istemeyecektir çünkü.
Heidegger, “Sanatın Doğuşu ve Düşüncenin Yolu” isimli makalesinde: “Sanat, tékhne olarak bir bilgi alanı içinde bulunduğundan ve böylesi bir bilgi henüz var olmayanı, görülmemiş olanı biçimi ve boyutlarıyla önceden görerek, görülür, algılanır duruma getirdiği için, bu önceden görme olgusu üstün bir görme tarzı ve aydınlık ister” diyor ve ekliyor “Sanata gebe bu önceden – görme esin gerektirir.” Dolayısıyla ontik yaşayan beşerin – verili ampirik dünya koşullarında ve koşullarıyla yaşayan beşerin – bu ontik varoluştan kurtulmasının yolunun, bilimden kurtuluşundan ve beşerin “aydınlanma”sından geçtiğini söyler çünkü ontik bilimler kendi önyargıları, kuramları ve tarihsellikleriyle var olmakta ve zorunlu ve mutlak olarak görünmektedirler. Bilim, temel kavramlarıyla yüklendiği kodları insana aktarır. Dolayısıyla, insan bilimsel aktivitesini bu kodlarla gerçekleştirir. Bilim, insanın içine doğduğu bu kodların işlerliğini göstermektedir. Bu kodları işlemek ise, dünyayı bilincin önüne koyup onun nasıl olduğunu açıklamaktır. Sanatın dünyası ise, bilim adamının ne’liğini sunduğu dünya değildir; sanatın dünyası, dünyanın kendini nasıllığıyla gösterdiği dünyadır. Yani bana görünen dünya, benim onu gördüğüm şekilde vardır. Bu nedenle, bilim hiçbir şekilde ‘benim’in dünyasını açıklayamaz. Açıkladığını sandığı dünya ise gösterdiği dünyadır; görülebilen dünya değil. Bu da “Başladığım noktaya geldim” demektir.
Denizi ele alalım. Ben Edip Cansever gibi “ekledim her tattığım şeyi denizlere” diyebilirim ve “bildiğim ne varsa onlarda hep denizlerden” derim ardından. Deniz bana kendini böyle sunmuştur; bilimin, deniz için “yer kabuğunun çukur bölümlerini kaplayan, birbiriyle bağlantılı, tuzlu su kütlesi” deyişi bana hiçbir şey ifade etmez. Bu nedenle, “Gene de bu yeryüzünün bütün bilimi beni bu dünyanın benim olduğuna inandırabilecek hiçbir şey vermeyecek” diyebilirim bende. Bilim önceden görmez, bilim zaten hep görür. Ben denizi bana göründüğü şekilde görürüm ki bu da zaten benim aydınlanmam ve benim ‘ben’imin denizi önceden görmesi ve denizi hep böyle görmesidir. Deniz ‘benim’dir ve deniz benim için budur işte. Akşamın eli gibi… Açıklama yoktur; görme, duyma, hissetme vardır… Başladığım yerdeydim, başladığım yerdeyim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder