mutluluk dansı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mutluluk dansı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9.11.2008

...

Seven, sevileni Tanrısallaştırmıştır. Sevenin ondan başka hiçbir varlığım yokken deyişi bu nedenledir. Sevileni var etmek dolaysız bir ilişkinin ve bilinç sayesinde bilinçten arınmış sevginin ürünüdür. Sevilen bu haliyle katıksız sevendir. Sevilenin başka sevenlerinin olmasını anlamanın olanağı bu nedenle yoktur çünkü seven ‘ben’, sevilen ‘ben’de kendinden başka kimseyi görmez aslında. Dolayısıyla, bilinç bu anlamıyla ortadan kalkmış, sevilen ‘ben’ seven’in özneliği olmuştur. Sevilenin sevenin varlığında ‘var olması’ yani seveninde sevileninde aynı öz(ne)de olması bu nedenledir.
Sevilenin başka birileri tarafından sevilmeye başlaması, sevilenin seven özneye denk var oluşundan çıkıp nesneleşmiş (şeyleşmiş) olması demektir. Bu da sevmeyi bilinçe indirgemektir. Bilincin karşısında olan her ‘şey’ gibi sevilende nesneleşmiştir; ancak sevilenin ‘şey’ olma durumu, sevileni seven ‘diğer’lerinin varlığından ileri gelmektedir. Bu ‘şey’leştirme durumu, bilincin seven ve sevilene dışsal ‘şey’lere farkındalığıyla çakışıktır. Sevme durumundayken dışsal farkındalıklara kapalı olan sevenin bu çakışmayı farketmesiyle, diğer sevme durumlarını olanaksız bulmasıda doğal olarak olanaktır, olanaklıdır. Sevilenin temsili dışarda değil sevendedir, aslında sevende zaten solipsisttir. Sevilen sevendir; seven için, sevileni seven diğerlerinin varlıklarının mümkün olmayışı işte bu nedenledir. Aslında Tanrı'nın ve Tanrısallaşmış sevilenin varlığı gibi, sevileni seven diğer sevenlerin olamayacak oluşuda solipsist sevenin Descartes'çı işgüzarlığındandır.

2.11.2008

abdal ve aptal hakkında

Aslında abdala malum olan aptalın masumiyetidir. Aptal ise bir şey bilemediği gibi, ona hiçbir şey malum da olmaz. Dolayısıyla bilemediği için lanetlenmez ve masumluğundan hiçbir şey yitirmez aptal. Abdallar ise iki türdür: Abdallar ve sözüm ona abdallar. İlk tür abdal, bildikleri halde günahkâr olmayanlardır; çünkü onlara gerçekten bazı şeyler malum olmaktadır ve onlar hep iyi ahlaklıdırlar. İkinci tür abdallar, yani sözüm ona abdallar ise masum günahkârlardır ve günahlarını zekâlarıyla gerekçelendirirler. Sözüm ona abdallara sözüm ona malum olan şeyler vardır. Örneğin Alfred Nobel sözüm ona abdal’lardandır. Dinamiti dünyaya sunmuştur ve dünyada silah sanayinin kurulmasının öncülüğünü yapmıştır. Dinamiti bulmadan önce, ona sözüm ona malum olan ise şu cümlelerdedir : “… O kadar korkunç bir katliam aracı bulmalı ki insanlar korku ve korunma içgüdüsüyle barışı seçsin” Nobel, sözüm ona abdallardan olduğu için, buluşunu ya da günahını zekâsıyla gerekçelendirmiştir. Yani Nobel’in günahı boynuna değil, dünyayadır (çünkü günah varsa dünyada vardır) Dolayısıyla dünyada barış için çalışanlar, her yıl İsveç’in Nobel’ine (Nobel Ödülü’ne) layık görülür ve savaşın/dinamitin hâsılatıyla ödüllendirilirler.

O gün (1901) bu gündür (2008) Nobel’i kimin alacağı abdala malum olmadan bilinebilmektedir. Örneğin 2006 yılında Nobel’i alan Orhan Pamuk sözüm ona abdallardandır. Pamuk’un 2006 Nobel’ini alacağı şu cümlelerinden sonra sözüm ona malum olmuştur ona: “Türkiye’de otuz bin Kürt ve bir milyon Ermeni öldürüldü”, “Benden başka hemen hiç kimse cesaret edip konuşamıyor.” (6 Şubat 2005, Das Magasin, İsviçre) Tabi Pamuk’un masum günahkârlığı biraz görecelidir; Pamuk, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan çoğu kimse için sadece günahkârken, Avrupa Birliği ve birlikçileri için sadece masumdur, doğrucu Davut’tur. İroni işte tam buradadır; AB için masum olan Pamuk, masumiyetini aptallığından değil (çünkü aptal değildir) sözüm ona abdallığından alır. Dahası, Benim Adım Kırmızı’nın 23. sayfasında yazdığı gibi eline cinayet işleme fırsatı geçirdiği için kendini masumda zannedemez.

Tabi Pamuk’a biraz pozitif(!) bakmakta lazım, bilginin yoldan çıkardığını, aslında çoğu bilenin masum günahkârlar olduğunu düşünerek… Pamuk zaten Nobel ödüllerinin kimlere ve neden verildiğini bildiği için (bilerek konuştuğu için), masum bir günahkârdır ve Nobel’de zaten herkes barış içinde yaşasın diye dinamiti bulmuştur. Nobel’de masum bir günahkârdır Pamuk gibi. Yani masum günahkârlar bu bağlamda da aptal değildir, abdalda değillerdir yalnız.

Aslında abdala malum olan, sözüm ona abdalların sözüm ona masumiyetlerinin günah olduğudur. Yalnızca aptallar mı masumdur bilmiyorum; bildiğim sözüm ona masumların aptal olduğudur.

19.10.2008

Bil’dirimsel olmayan hakkında…

Stalker’da (Andrei Tarkovski,1979) bilimi temsil eden Bilim Adamı çantasını yanından hiç ayırmaz. Bilimin yarattıkları onunladır hep. Bilim Adamı, en gerçek dilekleri gerçekleştirecek olan Bölge’nin nasıl var olduğunu açıklar ve onun neden var olduğuyla ilgilenmez; çünkü bilimin kendi yanıtları ve gerçeğe(!) dair kendi ‘bil’dirimselliği vardır. (“Sonunda bu sihirli ve karmakarışık evrenin atoma, atomun da elektrona indirgendiğini öğretiyorsunuz bana”) Bilim adamı Bölge’deki odaya girmek istemez. Dahası, çantasında Bölge’yi yok etmek için bomba taşır; çünkü Bölge’nin tehlikeli olduğuna ve insanın, insan hayatı için tehlikeli dilekleri olacağına inanır. Dolayısıyla, Bölge’nin yok edilmesi gerektiğini söyler; ancak Bilim Adamı, insanların sonsuz güç dileyeceklerini düşündüğü halde bölgeyi yok etmez ve insanlar için biraz umut bırakmanın bir zararı olmadığını söyler. Lütfeder yani. Bilim böyle işler işte.

Bilim çoğunluğun bilimidir aslında. Kuhn’cu anlamda bilimsel düşünce, çoğunluğun olguları algılama şeklidir. Bu da paradigma’dır. Normal bilim, bir sorunla karşılaştığında kendi araçlarıyla bu sorunları çözer; ancak bilim karşılaştığı sorunlara her zaman çözüm bulamaz. Bu çözümsüzlük kendi içinde bir kriz ortamı yaratır, bu kriz ise ancak ve ancak yeni bir paradigmayla çözülür. Paradigma değiştikçe bilimin kuramları değişir (“Şimdiden kuram değiştirdiniz”) Sonuçta, Kuhn normal ve birikimle ilerlediği düşünülen bilimin, krizlerden kurtulmak için paradigma değişimi yaşarken, sahip olduğu birikimin hiçbir anlamı/önemi kalmadığını söyler; çünkü bilimin ilerlemesinde ve bilimin temelinde paradigma’lar yatar: “Böylece bana her şeyi öğretmesi gereken bilim bir varsayımda sona eriyor, bu açıklık eğretilemeye gömülüyor, bu kararsızlık sanat yapıtında eriyip gidiyor. Bunca çabaya ne gerek vardı?”

Stalker’da sanatı temsil eden Yazar ise, Bölge'ye girdiğinde en çok gerçekleşmesini istediği dileğinin ne olduğunu öğrenecektir ancak öğrendiği an ‘anlam’ı yitireceğinden korkmaktadır çünkü ruhunun/aklının en derinlerinde yatan dileğin gerçek olması halinde (dolayısıyla bunu öğrendiğinde) esinini kaybedeceğine inanır. Diyelim ki bir dahi oldu ve yaratabiliyor, yazabiliyor ve tükenmiyor… Yazacaklarının önemini yitirdiğini düşünecek ve yaratma gücüne sahipken, her şeyi yazma potansiyeli varken hiçbir şey yazamayacak. Bu nedenle, Yazar odaya girmemeyi tercih edecektir. Her şeyi “verili” olarak bilmek istemeyecektir çünkü.

Heidegger, “Sanatın Doğuşu ve Düşüncenin Yolu” isimli makalesinde: “Sanat, tékhne olarak bir bilgi alanı içinde bulunduğundan ve böylesi bir bilgi henüz var olmayanı, görülmemiş olanı biçimi ve boyutlarıyla önceden görerek, görülür, algılanır duruma getirdiği için, bu önceden görme olgusu üstün bir görme tarzı ve aydınlık ister” diyor ve ekliyor “Sanata gebe bu önceden – görme esin gerektirir.” Dolayısıyla ontik yaşayan beşerin – verili ampirik dünya koşullarında ve koşullarıyla yaşayan beşerin – bu ontik varoluştan kurtulmasının yolunun, bilimden kurtuluşundan ve beşerin “aydınlanma”sından geçtiğini söyler çünkü ontik bilimler kendi önyargıları, kuramları ve tarihsellikleriyle var olmakta ve zorunlu ve mutlak olarak görünmektedirler. Bilim, temel kavramlarıyla yüklendiği kodları insana aktarır. Dolayısıyla, insan bilimsel aktivitesini bu kodlarla gerçekleştirir. Bilim, insanın içine doğduğu bu kodların işlerliğini göstermektedir. Bu kodları işlemek ise, dünyayı bilincin önüne koyup onun nasıl olduğunu açıklamaktır. Sanatın dünyası ise, bilim adamının ne’liğini sunduğu dünya değildir; sanatın dünyası, dünyanın kendini nasıllığıyla gösterdiği dünyadır. Yani bana görünen dünya, benim onu gördüğüm şekilde vardır. Bu nedenle, bilim hiçbir şekilde ‘benim’in dünyasını açıklayamaz. Açıkladığını sandığı dünya ise gösterdiği dünyadır; görülebilen dünya değil. Bu da “Başladığım noktaya geldim” demektir.

Denizi ele alalım. Ben Edip Cansever gibi “ekledim her tattığım şeyi denizlere” diyebilirim ve “bildiğim ne varsa onlarda hep denizlerden” derim ardından. Deniz bana kendini böyle sunmuştur; bilimin, deniz için “yer kabuğunun çukur bölümlerini kaplayan, birbiriyle bağlantılı, tuzlu su kütlesi” deyişi bana hiçbir şey ifade etmez. Bu nedenle, “Gene de bu yeryüzünün bütün bilimi beni bu dünyanın benim olduğuna inandırabilecek hiçbir şey vermeyecek” diyebilirim bende. Bilim önceden görmez, bilim zaten hep görür. Ben denizi bana göründüğü şekilde görürüm ki bu da zaten benim aydınlanmam ve benim ‘ben’imin denizi önceden görmesi ve denizi hep böyle görmesidir. Deniz ‘benim’dir ve deniz benim için budur işte. Akşamın eli gibi… Açıklama yoktur; görme, duyma, hissetme vardır… Başladığım yerdeydim, başladığım yerdeyim…


12.10.2008

Düşünmekten öte, Godot'ya dair...

Ben Godot’yu Beklerken’le, gelinmeyeceğini bile bile gelmeleri beklerken, bekleyişlerin (bazı) bekleyenler tarafından sadece ‘beklemek’ eylemiyle meşrulaştırıldığı ve tükenmemek için düşünmeyenlerle birlikte yaşadığım dünyada tanışmıştım. Bu öyle bir dünyaydı ki herkesin bir Godot’su ve farklı beklentiler (Godot'lar) için farklı ‘bekleme’ biçimleri vardı. Bazı bekleyenler ise ağaç olurlardı beklemekten. Bu iyi miydi kötü müydü hiç bilemedim. Bilemedim çünkü beklentiler (an gelip gerçek olanlar), içinde umudu barındırırken düş kırıklığını da doğurabilirdi. Bu nedenle “ağaç olmak” mı daha iyiydi yoksa beklentinin gerçekleşeceğine zorla inanıp (kendini inandırıp demeliyim) Godot’yu beklemekten hiç vazgeçilmemeli miydi bunu da bilemedim. Bildiğim ise Godot’nun hep beklenen olduğu, beklenen ama hiç gelmeyecek olan olduğuydu. Aslında Godot’yu bekleyenler onun gelmeyeceğini bilmek istemeyenlerdi ve belki de Godot salt umut edilen herşeydi. Tarkovsky’nin Stalker’ındaki “bölge” gibi, en gerçek olan isteği ve umutlananı gerçekleştirecek olan “bölge” gibiydi Godot. Sanki gelse, her şeyin muştusu olacaktı ancak gelmesi diye bir şey (bir gerçek) yoktu…

“Vladimir: Biraz düşünmüş olmalıyız.”a doğru, farklı ‘bekleme’ biçimleri hakkında...

Godot’yu ‘beklemek’, bu dünyadaki varoluşu “ne fark eder ki” ye indirgemekti belki. Karşılaşmalarla, zorunluluklarla ve sözcüklerle geçirilen zaman aslında “fark etmez”ciliğin sonucu olmuştu. Var olduğuna inanılan ya da var oldurulan her şey olabilirdi Godot ve o, bekleyişlerin “kahraman”ı olmuştu; ancak o bekleyişler düşündürmezdi insanı. Godot’yu beklediğini unutsa ve biraz sorgulamaya yani düşünmeye başlasa insan, “gerçek olan yaşanan ve gerçek olmayan yaşanmayan değildir” bile diyebilirdi. Düşünmek, düşünmeyi tercih etmek değildi ve beklerken düşünülemezdi.

Godot ‘aşk’ olsun ve ben bir ‘aşk’ı bekliyorum diyelim. Düşünmeden sadece beklerim; çünkü düşünmüş olmak beklemeyi önceler. Aşkı ‘bekleme’ hali almışsam eğer, zaten öncesinde düşünmüş ve ona anlamımı atfetmişimdir. Aşk’ımı beklerken onu düşünürsem eğer, o aşk beklediğim ve umut ettiğim aşk olmaktan çıkar çünkü sesler işitirim(Vladimir: İnsan ararken birşeyler işitir) ama ben yine de her bekleyişin, içinde gizli bir umudu barındırdığını ve umudun düş kırıklığı olabileceğini de bilerek beklerim. Bu nedenle beklerken sadece beklerim.

Herkes böyle beklemez Godot’yu. ‘Bekleme’yi meşrulaştırmak için (öncesinde) düşünmek gerekir ancak kimisi ise öncesinde düşünmez. İşte bu kötü bir salt bekleyiş halidir ve bu Godot'yu Beklerken'in eleştirdiği bekleyiştir. (Post) Modernlerin sessiz çoğunluk dediklerinin bekleyişidir bu.

“Korkunç olan düşünmüş olmaktır” diyor Vladimir. "Cahillik mutluluktur" der gibi. Oyunda da bu hep böyle gider; düşünürler ve ‘bekleme’ hallerindeki gerçeküstü hayattan ve düşüncelerden uzaklaşırlar. Laflarını da kaçınmazlar tabi :

Estragon: Düşünmeyelim diye.
Vladimir: Özrümüz var.
Estragon: İşitmeyelim diye.
Vladimir: Nedenlerimiz var.

Vladimir ve Estragon ise Godot’yu beklerken, Godot’un geleceğine inanır çünkü onlar önceden düşünmüş ve tükenmişlerdir. Bu nedenle Godot'yu beklemek hem onların bekleyişi hem de benim bekleyişimdir.

Godot’yu Beklerken müthiş bir oyundur. Göndermeler, eleştiriler ve hicivler içerir. 1948’de yazılmasına rağmen, her döneme uyarlanabilir. Godot her şey olabilir, küresel ısınmanın olmadığı bir dünyadan, arabaların uçmasına, bir bebeğin doğumuna, kara sevdaya tutulanın sevdasına kadar… Herşey… Ve herkes kendi Godot’sunu bekler…(Eminim, "çoğunluğun Godot'su vardır"diyenler bile vardır)

Bu yazının iyi bir bekleyiş yazısı olmadığını biliyorum. En iyisi ben bekleyişimi yazmaktan öte, Godot’yu beklemeye gideyim.

5.10.2008

"Var olma" eksikliği hakkında.

Girizgah,

Lawrence’ın, Kıyamet (Lawrence,Apocalypse,Penguin Books,1980) adlı kitabına sahip olmayıp, karısına yazılan sunuş yazısını okumamış ve kitabı incelememiş olsaydım zihnimi yukardaki alıntı için daha da özgür bırakır; yazacağım alıntıyla bu alıntıyı çokça ilişkilendirmezdim. Şimdi ise tüm cümleler “bir” olmuş, Lawrence’ın zihninden benim zihnime doğru akıyor. Yapacağım zihinsel açılımlar ise yaşam temelinde beden kavramı, ölüm temelinde ise Heidegger’in Dasein’ının ölümü olacaktır. Ayrıca, Lawrence gibi kendi inancını/dinini görece farklı yorumlayarak, bunu yaşamsal (düzenli) bir öğreti olarak görmeyen biri için yaratılana, ölümlülüğe ve ölüme dair yapacağım (zihinsel) geçişlerin Lawrence’ı daha iyi anlayanlar için rahatsız edici olmamasını diliyorum:

“ ... Doğmamış ya da ölmüşler ne bilirlerse bilsinler, bir beden olarak yaşamın güzelliğini ve mucizesini bilemezler. Ölü, sonsuzluğun ardına bakabilir. Ama beden olarak burada ve şimdi yaşamanın muhteşemliği, bir süre için bizim, sadece bizimdir. Bizler yaşadığımız için, vücuda geldiğimiz için, yaşayanların bir parçası, yeniden vücut bulmuş kozmosun bir parçası
olduğumuz için vecd içinde dans etmeliyiz...” Lawrence, Kıyamet

“... yaşamın kendisinden öte yaşayan, ölümden öte ölümlü, ikisinde de var olan, ikisini de aşan”a dair...

İnsanın nasıl var olduğuna, insanın nasıl insan olduğuna girmeyeceğim. Şu an beni, insanın şu “an”daki yani zaman ve mekandaki varlığı, var olmuşluğu ve dolayısıyla yok olacak oluşu ilgilendiriyor. Lawrence'ın "kendi işidir bütünlenmek" sözüyle başlayacağım. Bu, insanın, kendi eksikliğinin farkındalığıdır. Salt varlığı gerçekleştirmenin açılımları ise zaman ve mekandalık ve (ki bu kendini zaman ve mekanda olmuşluktan uzaklaşmaya çalışarak – yani tersi biçimde de – gösterebilir) ve "var olan"ın ölümüyle zaman ve mekanda olmayışlıktır.

1 – Zaman ve mekanda yaşayan insan. Lawrence’ın deyimiyle vücut bulan, yaşayanların kozmosunun parçalarından olan. İnsanın fiziksel doyumuyla kozmosu anlama durumu. Fiziksel doyumun (sözde) sebep olduğu zihinsel doyum ve aşmışlık hissi. Tam bu noktada, Foucault’un insanın kendini gerçekleştirmesini anlatırken, bedensel doymuşluk yaşaması gerektiğine dem vurduğu sözlerini hatırladım. (Örn: kendini gerçekleştirmeyi, uyuşturucu ve S/M ilişkileri deneyimlemeyle de denk tutmuştur). İnsanın bedensel doymuşluğu için felsefenin pratikteki yansımasıdır bile denebilir. Bedenin akıp giden zamandaki var oluşu, teorinin pratikle çakıştığının en güzel örneğidir. Elbetteki bu, bu dünyayla ilgilidir. Beden hep açtır, bedenin doymamışlığa teşviki vardır çünkü. Her bir damla tatmin, varlığını gerçekleştirmenin kanıtı gibi bir fenomeni doğurur. Bu belki birazda Batı düşüncesinin temeli olabilir. Yani beden aslında sözün olmadığı yerde “kendi”yi tanımlar. Dewey’in bedensel deneyimle [somatic experience] anlatmak istediği bir anlamda budur: Bedeni okuyarak yani bedeni dinleyerek kendini gerçekleştirmektir. Yaşamın kendisinden öte yaşamak böyle birşeydir işte. Yaşamı yaşamak, yaşamla yaşamak değildir. Kendi olarak “salt” olarak yaşamaktır ki bu yaşayanı/yaratılanı diğer yaratılanlardan daha bütün kılar çünkü sözsel bir ilişki yoktur, “kendi”nin bir anlamda hayvansal olan yaşamıyla ilişkisi vardır. “Kendi”nin madde boyutundaki yaşamsallığı/yaşamışlığı, bedensel deneyimleriyle aşmışlığıdır ve bu, bütünlüğe ulaşma çabasıdır.

Bu beden ve bu bilinçte salt bir kere yaşadığına inanan biri için, Lawrence’ın bedenin yaşamışlığını değerli görmesinin sebebi, bütünlüğün yani ölümden öte ölümlüğünün ve ölmek için yaşıyor olmanın vurgusudur aslında. Lawrence’ın tüm bu bütünlüğe erme çabasında yaratandan daha yetkin sözü “kendini gerçekleştirme” durumunun farkındalığındandır; çünkü kendini gerçekleştirmeyi bir beden olarak yaşayan bilir ancak. Yaratan zaten bu gerçek/hakikat olan bu bütündür.

Doğu’da böyle değildir. Kendini gerçekleştirme, kendinden vazgeçerek, kendinden öte olana varma çabasıdır. Kendinden öte bakmaktır. Budizm’de meditasyonla açılan bilinç düzeyleri, tasavvuftaki nefs mertebeleri gibi. Her ikisinde de beden kendini, yaşamdan öte yaşar kılar ancak bu yaşamdan öte yaşamış olmak bedenin bedenliğinden çıkışıyladır bu kez. Doğu ve Batı düşüncesinin çıkış noktaları bu anlamıyla benzerdir. İkiside bedenin farkındalığı ile başlar; ancak Doğu düşüncesinde beden sadece bedeni ötelemek için aracıdır. Örneğin, meditasyon nefes alıp verme egzersizleriyle başlar, beden belli bir konumda tutulur. Bu, bedeni dinlemektir ancak dinleyiş ertesi, bedensel farkındalık yerini zihne dolayısıyla bedeni aşmışlığa bırakır. Nefs mertebeleri de böyledir. İlk mertebede (Nefs-i emmare) – her nekadar Lawrence’ın yaşamsal duruşuna ters düşse de – nefs kötülüğü emreder ve yaşamdan zevk alır. Nefsin terbiyesi ise İslam öğretisiyle, mertebeleri (dolayısıyla kendini) aşarak gerçekleşir ve Nefs yaşamsal/bedensel olandan ötelenerek/çıkarak İlahi olana, bütünleştiğine varır. “Yeryüzündeki her şey yok olmaktadır; ama Rabbinin yüzü bakidir” (Rahman 55:26-27) Yani nefsin an an yok olması onu varlığına götürür. Dolayısıyla, var olandan yani teklikten, bütünlükten, herşeyden (yani Allah’tan) ötürü yok olması onu teklikle, bütünlükle, herşeyle yani Allah’la var oluşuna, Allah’ta var oluşuna götürür. “Ve şüphesiz ki en son varış Rabbinedir” ( Necm,42)

ikisinde de var olan, ikisini de aşan.” Bu, Doğu anlayışında biraz olanaksız çünkü beden/nefs/öz varlık bedene "muhtaç" haliyle yaşamıyor, kendini beden/nefs/öz varlık olarak aşamaz. Mamafih, Lawrence’ın “İnsanın en tutkulu şekilde istediği şey, kendi yaşayan bütünlüğü ve yaşayan birliğidir, kendi ruhunun “tecrit” edilmiş kurtalışı değil” dediğini de bildiğimden, yaşamsal bütünlüğü böylesi Deweyvari bedensel deneyim vurgusuyla anlamasını mantıklı buluyor ancak Lawrence’a Doğu düşüncesiyle karşı çıkmanın haklı mutluluğunu yaşıyorum.

2 – Yaratandan daha yetkin, yaratılandan daha bütün. Yani ölümümüzle gerçekleşen bütünlük. Heidegger, yaşadığı sürece tüm olasıklara açık olan Dasein’ın, bütünü nasıl kavrayacağını sorar. Örneğin, yaşıyorken felsefe doktoru olmayı ya da tıp doktoru olmayı seçebilirim, yani seçim yapabilirim ancak seçim yapmış olmam demek bütünü kavrayamam demektir çünkü her zaman olasıklar vardır ve bu beni “bütünlük”ten uzaklaştırır. Ölüm ise tüm bu olasıkları bitirmektedir. Var olmak ancak ve ancak yok olduğunda bütün olmak, tek olmaktır. Ölüm, Dasein’ın tekliğidir; çünkü Heidegger, var olanları var olma biçimleriyle anlar. Dolayısıyla yaşama biçimleri her zaman başka yaşama biçimleriyle belirlendiği için “var olma” salt kendi olma, kendi tekliği yani kendi bütünlüğü ol(a)maz. Bu nedenle, ölüm “var olan”ın tekliği olacaktır; çünkü ölüm bilinmez ve ölümün bir “var olma” yolu/biçimi yoktur. Ölümün kesinliği yani Lawrence’ın ölümden öte ölümlü dediği insan, ölümlüğünün farkındalıyla, öldüğü an kendini gerçekleştirecek, bütünleşme işini tamamlayacaktı. Bu nedenle "var olmak" bu anlamda da bir eksiklik olacaktır.

Lawrence bu eksikliği, yaşamın muhteşemliği diyerek örtmeye çalışsa ve bu yaşamsallıkta insanın ereğini bir aşmaya çalışma/ kendini gerçekleştirme işi olarak görse dahi Heidegger’in dünyasıyla bakarsak, bütünlüğe varmanın ölümle gerçekleştiğini söyleyerek Lawrence’a rahatlıkla “yaşamda aşmışlık” diye birşey yoktur diyebiliriz.

Bitirirken, bilinçli ve taraflı olarak seçtiğim “var olma” biçimimle (ölümlülüğümü bilerek ancak ölümümü beklemeden), “var olan” kendim için, kendimi gerçekleştirmeyi iş edinebileceğimi söyleyebilirim. Fiziksel doyumu (yaşamsallık) istemekten vazgeçmek için ya Heidegger’in dünyasında yaşayıp, o doyumun bile kendi doyumu olup olmadığını sorgulayarak başlamak ve aşmışlığı/ bütünleşmeyi ölümle çakıştırmak ya da “var olma”nın eksiklik olduğundan başlayarak ilahi olanın “var”lığını anlamak ve zaten herşey’in o bütünlük/teklik olduğunu bilerek yaşamayı teslim etmek gerekir.

28.09.2008

Adlandır(ıl)malar hakkında...

Girizgah,

Öncelikle ”Adlandırılmayan yoktur” cümlesinin/önermesinin tamamen anlam belirsizliği [ambiguity] taşıdığını söylemem gerekiyor. Ardından cümleyi/önermeyi nasıl okumalıyım diye soruyorum kendime. Varolan adlandırılandır (adlandırılan vardır) diye mi yoksa herşey adlandırılır (ki böyle okursam, adlandırmayı – bilinçli olarak – anlamlandırmaya dönüştürür; Heidegger üzerinden açılımlar yapabilirim) diye mi? Bana, var olan adlandırılandır, Ortaçağ felsefesi sorunlarını; herşey adlandırılır yani adlandırılmayan hiçbirşey yoktur (var olmayan da adlandırılır) okuması ise daha (post) modern varoluşçu (felsefi) bir duyumsamayı çağrıştırıyor. Belki zihnimi iyice özgür bırakarak (egzajere demeliyim) bu cümleyi, herşey adlandırıldığınca vardır diye bile okuyabilirim. Çağrışımlarımdan bağımsız şunu da belirtmek isterim ki, Berk’in (İlhan Berk, rahmetle anıyoruz) bu cümlesiyle ilgili öğrendiğim şey, cümlenin Berk’in aforizmalarını anlattığı kitabının adı olduğudur ki burdan şöyle bir sonuçta rahatlıkla çıkabilir: Belki de Berk, bir şair için var olanın, şairin duyumsadıkları/ sezdikleri/ yaşadıkları olduğu düşüncesinden yola çıkarak, kitabında aforizmalarıyla anlattığı herşeyi yaşadığını dolayısıyla söz’e (ad’a, dilsel olana) döktüğü herşeyin var olduğunu anlatmak istemiştir.

"Adlandırılmayan yoktur"a dair...

1– “Adlandırılmayan yoktur” tümeller sorununa işaret ediyor:

Ortaçağın en önemli sorunlarından biri olan tümeller (belli bir sınıfa bağlı olanların hepsi) sorununa getirilen birkaç yaklaşımdan bahsetmek istiyorum. Tümeller sorunun ortaçağdaki (ki öncesinde Aristotle zaten tümel, tikelin genel kavramıdır ve tikelde vardır demiştir) ilk yankıları Boethius’un üç sorusuyla başlıyor: Tümellerin ontolojik bir statüsü var mıdır; yoksa tümeller zihinde mi vardır? Tümeller varsa maddede mi vardırlar? Tümeller, tikellerden bağımsız mı vardırlar yoksa tikellerde midirler? Boethius tümelleri sadece ad olarak görmüyor, onların kavram olduğundan ancak tikellerdeki benzerlikler yoluyla zihnin oluşturduğu kavramlar olduğundan söz ediyordu. Kavramlar yani evrensel adlar, dilsel var olma bağlamında değil, ontolojik bir statüye sahiplik bağlamında anlaşılır ancak burdan da elbette kavramların tikelin işaretçisi oldukları bir anlamda dille ilişki olduğu da kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, ontolojik statüsü olan tümeller var olandan kaynaklanmış gibi de duruyor. Bu bağlamda, Boethius anlayışıyla, “Adlandırılmayan yoktur” yani var olan – var olandan dolayı – adlandırılandır okuması zihnimde bu felsefi hatırlayışlara sebep oluyor.

Adcılar, yani Nominalistlere gelince (ki Berk’in cümlesinin en temel çağrışımıdır) onlar genel kavram olarak görünen tümellerin, var olanların (tikellerin) benzerliğinden dolayı yapılan soyutlama olmadıklarını, onların sadece söz olduğunu, harflerin birliğinden oluştuğunu (masa’nın asam değil de masa olması) ve sessel bir salınım olduğunu ifade ediyorlar.

Ortaçağ’da tümel sorunuyla meşgul olan bir diğer filozof ise Abelard’dır. Abelard genel adların kavramlar olduğunu ve bunların direk olarak tikel olanı (yani var olanı) işaret ettiğini söyler. Yani tümeller, genel kavramlar olarak ad’dırlar demeye getiriyor. Abelard bir ad olarak tümeli, tikellerin benzerliğinden oluşturduğumuz genel bir kavram olmasıyla açıklıyor. Yani adcılıkla, tümelin ontolojik statüsünü kabul eden anlayış arasında bir yerde duruyor Abelard. İnsan olan herkeste aynı olan insanlıktan dolayı, insanlık genel bir ad oluyor. İnsan, insanlık kavramının işaretçisi (adı) olduğu için Abelard bir anlamda “Adlandırılmayan yoktur”u desteklemiş oluyor.
“İnsan olmak”ta benzer oluş, insan’ın var olmasıyla çakışıyor/örtüşüyor ve Abelard’ın genel kavramlar düşüncesini oluşturuyor. Genel kavramların var olması düşüncesi Abelard’ı realistlerin yaptığı gibi genel kavramların ontolojik statüsünün kabülüne götürmezken, benzerlik vurgusu yaparak var olan üzerinden oluşturduğu genel ad düşüncesini destekliyor. Bu nedenle, Var olan adlandırılandır okuması bir anlamda Abelard’ın ılımlı gerçekliğiyle bağdaşıyor gibi görünüyor.

2 – “Adlandırılmayan yoktur”, düşünce,dil, var olma ilişkisinin sorgusuna da sebep oluyor:

Örneğin,Tanrı. Anselm’in Tanrı’yla ilgili ontolojik kanıtı Tanrı dendiğinde ne olduğunu anlıyorsan, o zaman vardır’dır. Yani düşünce olarak var olması onu var kılar. Hatta anlamak onun varlığının kanıtı olur. Tanrı, Tanrı olarak (Tanrı “ad”ı ile) anlamlıdır. Anselm, bir bakıma anladığın şeyin var olmamasını düşünmek imkansızdır diyor. Soru şu: Dil düşünceyi önceliyor mu ve dil gerçeklikle çakışık durumda mı? Buraya kadar yazdıklarıma duyduğum şüphe, anlamı (dilsel olanı yani) var olanla çakışık görmemden mi kaynaklanıyor? Örneğin dilden önce, güneş ilk insanların Tanrı’sıydı diyebilirim. Güneşi işaret edebiliyorlardı ve işaret etmeleri yani aynı şeyi göstermeleri anlamlıydı onlar için(öyle miydi?).Dilden sonra (ki oluşumuna girmeyeceğim) ise göstericiler adlar oldu dolayısıyla anlam adlardan kaynaklandı. Adcı olarak baktığımızda, birşeyin işaretçisi olan adların, şeyleri anlamamızın nedeni olduğunu söyleyerek var olmayı bununla nasıl ilişkilendirebiliriz?

İşaret edilen, gösterilen şeylerin ad’landırılması onları var eder mi ya da varlığını kanıtlar mı? Evet, onu var eder, masaya masa diyor oluşum asam demeyişim onu masa olarak var eder. Dil, masa olan şeyi masa olarak adlandırmış, var etmiştir. Masa olan şeye asam deseydim, masa olan şey asam olarak var olurdu. Yani masa, masa olmadığı için masa yok olurdu. Tabi bu noktada adlandırma ve anlamlı gelme ilişkisine de değinilmesi gerekiyor. Şöyle de denebilir belki: Adlandırılan anlamlı olmasıyla vardır. Masa deyince herkesin masayı anlıyor oluşu gibi. Bu noktada dil, anlam ve gerçeklik ilişkisi üzerinde açılımlar yapılabilir. Bu beni var olmanın anlaşılabildiğince(kavranabildiğince) var olduğuna götürmez mi?

Peki ya soyut adlar? Masa olan şeyi işaret ederek, onun masa olarak var olduğunda anlaşıyoruz. Peki ya beyaz? Sanırım bu felsefedeki gösterimsel tanım [ostenstive definition] sorunu. Beyaz var mı? Beyazlık bir addır. Beyazlıktan aynı şeyi anladığımız için (aynı şeyi anlıyor muyuz ki?) beyazlığın var olması gibi bir sonuç çıkar mı? Beyaz kalem, beyaz masa diyebiliriz ama beyazı gösterebilir miyiz? Beyaz beyaz olarak yoktur. Adlandırılmıştır ama yoktur. Beyaz beyaz olarak bir anlam ifade etse bile var olmasından söz edilebilir mi?
Wittgenstein dilin tüm gerçeklik olduğunu söyler. Dilin olması dolayısıyla adın olması, adın taşıyıcısıyla (örn:masa) çakışır. Dolayısıyla, Berk’in “Adlandırılmayan yoktur” unu Wittgenstein ile ilişkilendirebilirim ancak Wittgenstein’ı sadece bu çağrışımla anarak, tam da bu noktada konuşamadığım yerde susuyorum diyerek bu paragrafı bitiriyorum.

3 – “Adlandırılmayan yoktur”un herşey adlandırıldığınca vardır çağrışımı:

Ortaçağ’da “ad” her ne kadar nesnel olarak algılansa da ben şunu savunabilirim, adlandırıldığında (yani adlandırıldığı o andan itibaren) herşey benim için var olur. Bir anlamda “ad”landırdığım an onu anlamlar üzerinden var etme durumudur. Bu, beni Heidegger’e götürecektir; çünkü Heidegger “var olma”yı (örn:“insan”olmayı) ona atfedilen anlamlar üzerinden açıklamıştır. Örneğin Duygu Asena, Kadının Adı Yok diye bir kitap yazmıştır. Kadın’ı Türkiye Cumhuriyeti’nde (Heidegger’deki dünyada olma meselesidir bu yani belirli önyargıların, kabullerin var olduğu mekanda olma meselesi.) yaşayan kadın olarak anlamıştır ve kadını, kadınlığa atfedilenler yani anlamları üzerinden anlatmıştır. Kadının Adı Yok, demesi ise onun anladığı anlamda “kadın”lığın olmamasıdır. Şimdi burdan şu çıkar: Berk’in sözünü herşey adlandırıldığınca vardır diye okur ve Heidegger sezgisine kapılırsam, Türkiye’de yaşayan “kadın” için “kocasından dayak yiyip başına kese kağıdı geçirerek sosyal(!) içerikli programlara çıkan kadın olarak vardır; ‘ben bilmem, beyim bilir’ diyen kadın olarak vardır; pozitif ayrımcılıkla hadi kadınlarında önünü açalım, biz açmazsak zaten biryerde olamayacaklar zihniyetiyle yüzleşen kadın olarak vardır; tacize mağruz kalan(!) kadın olarak vardır” diyebilirim. Yani böyle adlandırılır Türkiye’de kadın. Dolayısıyla kadın bu anlamları/adları üzerinden vardır derim. Asena’ya göre ise bu var olma (adlandırılma) durumu, yokluk durumudur çünkü kadına atfedilen anlamlar kadını, “kadın” olarak yokluğuna götürür. Asena, Heidegger’in, ‘var olma’nın varlığa atfedilen anlamlarla anlaşıldığı düşüncesiyle buluşarak, kadının bu haliyle varolmasını yokluk olarak niteleyerek kendi adlandırmasını ve dolayısıyla kendi var kılmasını gerçekleştirir. Bu çağrışımlarla “Adlandırılmayan yoktur” hem herşey adlandırılır diye hem de herşey adlandırıldığınca vardır diye okunabilir.

4 – Adlandırıldığında var olur diyerek, orda olduğu (var olduğu) halde adlandırana (algılayana) kadar bizim için (bkz: var olmanın öznel ve nesnel (algısal) sorgulamaları) var olmayan Volcano(?) gezegeni aklıma geldi... Adlandırmak için algılamak da gerek diye düşündüğümden... Berk haklı galiba, “Adlandırılmayan yoktur” bazı bazı...

Zor oldu yazması, zihin hala birçok göndermeye izin veriyor. Mamafih, bitiriyorum artık ve cüretkar bir şekilde ekliyor, adlandırılmayı Heideggervari var oluşumla anlıyor ve diyorum ki Var olan adlandırdıklarındır; adlandırılanlar değil...

21.09.2008

Ben'deki Bir.

Girizgah;

Tamamen “ben”liğimle ilişki kuracağıma söz verdiğim “alıntılara dair yazılanlar” e-dinamizmi için özel olarak kimseyi bilgilendirme ve kimse için herhangi bir konuda herhangi bir kimseyi referans gösterme amacı taşımadığımı söylemek istiyorum. Burada yazılan alıntılarla ya da herhangi bir gönderimle kurduğum ilişki, tamamen benden çıkan (zihnimden ve ruh dünyamdan gelen –ki bu ikisi kendini çelişkilerle de gösterebilir–) ve ben olarak yazdığım, duyumsatmak istediğim herşey olacaktır. O zamana kadar bildiğim/duyumsadığım ve o an itibariyle bileceğim/duyumsayacağım ne varsa bunlar yarattığımız dinamizme yansıyacak ve ben’i “kendi” olarak okuyucuya sunacaktır. Belki bir gün birileri (başka “ben”ler) “Bunu yazan bunlarıda yazdı” bile diyecektir...

Buber, Martin Between Man and Man syf.22-23’e dair...

1 – Elimin hala canlı olarak çıkan belleğinden başlayarak açıklayacak olursam hayvanla yaşadığım şeyin diğeri olduğunu söylemeliyim. Buber, çocukluğunun naif yaklaşımıyla zihninde kalan bu imgelemin bilinç dünyasına dair etkilerini, felsefesinin ana kabülü olarak yazmış. Ben’in bedensel farkındalığı üzerinden, ben’den sen’e yani diğerine (ötekiye) geçişinin ifadesi olmuş paragrafın teması. Bu da yaşananın, bilincin anlatımıyla dile gelişi demektir.

2 – Diğerinin yoğun diğer oluşu, ama sığır ve koçun diğer oluşu gibi yabancı kalmayan bir diğer oluştu bu, daha çok yaklaşmama ve dokunmama izin veren bir diğer oluş. Diğerini belirleyen, onunla kurulan bilinçli ilişkidir; daha doğrusu söylemek istediğim ötekini öteki yapan yani onun öteki olduğunun farkındalığını bize yaşatan onunla kurulan ilişkideki ben’in bilincidir.

3 – ... ve elimin altındaki hayatı hissederken, sanki canlılık unsurunun kendisi tenime, ben olmayan bir şeye, bana tamamen yabancı olan bir şeye, diğerine, ama yalnızca bir diğerine değil Diğer'inin kendisine değiyordu : Bu, tam olarak (bilinç olmadan) ben olmayanın duyumsandığı andır. Buber felsefesindeki sen’in ben’e önceliğinin örneğidir bu. “Sen”, ben’i yaratır aslında. İlişki ben’den kaynaklanmaz; ilişki tam olarak sen’in varlığındadır.

4 – ... Ama bir keresinde -çocuğu neyin etkilediğini bilmiyorum, ama yeterince çocukçaydı- okşama ve bana verdiği zevk dikkatimi çekti ve birden elimin farkına vardım. Ötekileştirmenin doğduğu anın en naif vurgusunu yapıyor Buber. Bilinçli hayvan olan insan, ötekiyle kurduğu ilişkiyi duyumsamaktan vazgeçip, bilincinin esaretiyle bedeninin farkına varıyor. Yani bir anlamda öteki üzerinden kendi farkındalığını yaşıyor. “You” is primary to “I”. Öteki’nin (sen’in) kendi’yi (ben’i) öncelemesinden öte, kendiyi (ben’i) var kılması... çünkü bizler diğerlerine bakarak bizi görürüz... Gündeliklikte ise ne olduğumu bilmiyorum ama şöyle biri olmadığımı biliyorum cümlesinin sıradanlığı gibi... ötekileştirenin, asıl (bilinçli) öteki olması gibi...

5 – ... okşama ve bana verdiği zevk dikkatimi çekti ve birden elimin farkına vardım. Ben’in farkındalığı... zevkin zevk olduğunu ancak “ben” bilebiliyor; öteki değil... Bu nedenle, sen’den ben’e geçildiğinde, diğeriyle kurulan ilişkinin yaratıcısı sadece ben’miş gibi görünüyor ve ötekileştirme işte böylece başlıyor: Ve ertesi gün arkadaşıma bol miktarda yem verdikten sonra onu okşadığımda başını kaldırmadı...

Buber’in çağrıştırdıkları: Mevlana. Kays. Rimbaud.


Buber. “You Philosophy” yapıyor. Dialog diyor, sen’le karşılaşmak, nitelendirmeden, naif bir karşılaşmadır. Bir çoçuğun atla kurduğu ilişki gibi. “Ben” demek için “sen” deriz önce diyor. İlişkinin bu karşılaşmanın eseri olduğunu söylerken, bu bilinçle yaşayan “ben”in ötekiyi duyumsarken kendi farkındalığını yaşamasının ötekileştirmek olduğunu anlatmaya çalışıyor. Tam bu noktada sen’in otantik (yani kendinden olan, kavramsallaştırılmayan, başkalaştırılmayan) varoluşunun yok edildiğini söylüyor. Ben’in bilinçli farkındalığının vurgusu (sonucu) bir bakıma.

Mevlana’dan

Biri sevgilinin kapısına gelip çalar.
İçerden bir ses gelip sorar : “Kim o?”
Kapıdaki yanıtlar : “ Benim”
Ses der ki : “ Bana, sana yer yok burada.”
Ve kapı kapanır.
Bir yıl süren yalnızlık ve çileden sonra
Yeniden kapıyı çalar o.
İçerden ses : “Kim o?“ diye sorar.
Kapıyı çalan, yanıt verir : “Sen’im! ”
Ve kapı ardına kadar açılır.

Hallacı Mansur’un deyişiylede En’el Hak. Allah’ın herşey olduğunun kabulü, “Haktan gayrı değilim” demek. Ötekiliğin ortadan kalkması. Ben’in bilinç esaretinden çıkması yani.

Kays. Leyla’nın halk dilinde bilinen adıyla Mecnun’u. Birgün Leyla geliyor ve “Ben geldim” diyor, içerliyor buna Mecnun(Kays). “Neden ikilik yaratıyorsun, neden?” diye...

Bu arada sözü edilen “ben” (bu “ben” asıl ben’dir; sen’dir yani) bir yana Rimbaud’un “Ben bir başkasıdır derken bahsettiği ben bir yana demek istiyorum. Onun bahsettiği benler madde dünyada yaşayan ve bilinçlerinin esaretinde yaşayan “ben”lerdir. Elbetteki benler, başkası (Heideggervari varoluşlar bağlamında) olabilirler ki bu aynı zamanda Buber’in “ich und es“ yani ben ve o ilişkisine götürür bizi. Bunlardan tamamen bağımsız olarak ise, Buber’in elinin farkındalığını yaşaması atın, kurulan ilişkide Heideggerci yaklaşımla Present at hand nesneye dönüşmesidir; yani “at” bir nesne olarak ben’in bilincinin nesnesi olmuş, otantik ilişki ortadan kalkmıştır. Soru şu : Nasıl oluyorda nesneyle(!) ya da “ben” olmayanla kurulan (otantik, sahici) ilişkiden çıkarak kendimizi diğer bilinçler sayesinde (yüzünden?) yarattığımız “ben”e – bile bile – esir edebiliyoruz?