“İşte yine ağaçlar; sertliklerini biliyorum, işte su, duyuyorum. Otların ve yıldızların bu kokuları, gece, yüreğin rahata erdiği kimi akşamlar; erkinliğini ve güçlerini duyduğum bu dünyayı nasıl yadsıyabilirim?”
Camus, gördüğü, kokladığı, duyduğu, dokunduğu, tattığı; kısaca duyumsadığı yaşamı yadsıyamayacak denli yaşam dolu ve yaşam içinde bir insandı. 17 yaşında vereme yakalanması üzerine bir süre hastanede yatmak zorunda kalan Cezayir doğumlu Fransız yazar, o güne dek dansla, futbolla, yüzmeyle, e.d. yaşamın kendisiyle dolu dolu olan yaşamına bir süre için ara vermek zorunda kalmıştı.
Belki bu hastalıktı ki 17 yaşında, düşünceleri yeni yeni gelişmeye başlayan Camus ile yaşam(ı) arasına bir bıçak gibi girmiş; ve çelik yüzeyinde, yaşamın hiçbir garantisi olmadığını; tam tersine, yaşamın aslında çok da kırılgan olduğunu göstermişti ona. Ancak Camus, gördüklerinden ürkmemiş, içinde büyüyen kapatılmışlık hissini bir kavrayışa dönüştürmeyi başarmış, direnme ve yaşama isteğine temel yapmıştı.
Belki de yine, yaşama bağlılığı, yaşam dolu bir adam olması dolayısıylaydı ki felsefeye olan derin ilgisine rağmen kendisini bir filozoftan çok; yaşam ve ölümle, yaşayanlarla ve ölenlerle iç içe olan bir insan olarak görmüştü. Camus’nun gözünde felsefe, yaşamdan ve deneyimden uzaktı.
Peki ya bilim?
“Gene de bu yeryüzünün bütün bilimi beni bu dünyanın benim olduğuna inandırabilecek hiçbir şey vermeyecek. Onu bana betimliyorsunuz, bana onu sınıflandırmasını öğretiyorsunuz. Yasalarını sayıyorsunuz; ben de bilme susuzluğum içinde bunların doğru olduklarını kabul ediyorum.”
Camus’nun ‘bilme susuzluğu’ ifadesinin, Aristoteles’in ‘merak’ıyla aynı gereksinim ve arzunun altını çizdiğinin öne sürülebileceğini düşünüyorum bu noktada. Camus, bilimin söylediklerini doğru kabul etme noktasında gideremediği bilme susuzluğundan söz etmiş; Aristoteles de felsefenin merakla başladığını söylemişti yaklaşık 2400 yıl önce.
Aristoteles’in o gün ‘felsefe’ adıyla çağırdığı şeyin aslında ‘bilim’ olduğunu, ve bir insan etkinliği olarak bilimin dünyayı açıklamaya yönelik olmasının, insanın onu anlamaya yönelik bir türlü doyuramadığı gereksiniminden kaynaklandığını iddia edenler de var olduğuna göre Aristoteles’in “felsefe merakla başlar”ındaki ‘felsefe’nin ne anlama geldiğini anımsamakta yarar var:
Aristoteles, başyapıtı Metafizik’in Birinci Kitabında, ‘bilgeliğin’ (sophia), ‘bilgi’nin (episteme) en üstün biçimi; ulaşılabilecek en son bilişsel düzey olduğunu söylemişti. Duyulara dayanmaları bakımından, onlardan en uzakta olan bilgi türü olarak bilgeliğe ulaşmanın, insan için, çok; ama çok zor olduğunu, dolayısıyla insanın deneyimleyebileceğinin salt bilgelik değil; ancak bilgelik-sevgisi/arayışı/arzusu (philosophia) olabileceğini belirtmişti. Bu ‘bilgelik-arayışı’ yolunda insan için önemli olan, sonuçlar ve pratik amaçlardan çok; bilginin veya onun en üst düzeyi olan bilgeliğin kendisi olmalıydı. Bu bağlamda ‘felsefe’yle işaret edilmek istenen, şeylerin-bilgisinden çok; o şeylerin ‘neden’lerinin (aitiai) ya da o şeylerin neden öyle olduklarının açıklamalarının bilgisiydi.
Bilimin peşinde olduğu nedenler ve nasıllar, Camus’nun peşinde olduğu, dünyanın onun olup olmadığına ilişkin merakına yanıt olabilir miydi?
Gerçeklik dediğimiz şey ve ona ilişkin merakımız o kadar engin ki bilimin tek başına, insanlığın gerçekliği ilişkin tüm merakını gidermesini beklemek insanı ve insan etkinliklerinden yalnızca biri olan bilimi abartmaktan kaynaklanan bir düş kırıklığıyla noktalanacaktır düşüncesindeyim. Yalnızca içinde olmakla kaldığımız; aynı zamanda bir parçası olarak belirliyor olduğumuz bir gerçekliği tek bir insan etkinliğiyle açıklamaya çalışmak, söz konusu açıklamanın insanlığı tatmin edip etmeyeceği bir yana, bir açıklama getirmek için uzun zamanlar gerektirebilir, dahası sonunda bir açıklama dahi ortaya koyamayabilir.
Sanat, edebiyat, felsefe ve din gibi diğer insan etkinlikleri ve insanın bizzat dünyanın içinde, onun bir parçası olarak deneyimledikleri de tıpatıp bilim gibi olmasa da – yine – gerçeklik dediğimiz şeyin ne olduğunu – olanaklıysa – anlamaya yönelik etkinliklerdir. Bilim sahip olduğu, kendine özel yöntem ve ölçütlerle diğer insan etkinliklerinden ayrılabilir ve gerçekliğe ilişkin olarak daha nesnel olduğu savında bulunabilir; ama bu bilimi son sözü söyleyen ya da söyleyecek olan kurum olarak görmemizin bir gerekçesi olmamalıdır. Böyle bir düşünceye saplanmamız, bilimden, onun yapabileceğinden çok daha fazlasını umup ona küsmemize neden olabilir ve sonunda biz de Camus gibi “Bunca çabaya ne gerek vardı?” diye sorma noktasına gelebiliriz.
Bu sorunun hemen öncesinde şöyle diyordu Camus:
“Bu dünyayı bana bir imgeyle açıklıyorsunuz. O zaman dönüp dolaşıp şiire geldiğinizi anlıyorum; hiçbir zaman bilemeyeceğim. Buna kızmaya zamanım mı var? Şimdiden kuram değiştirdiniz. Böylece bana her şeyi öğretmesi gereken bu bilim varsayımda sona eriyor, bu açıklık eğretilemeye gömülüyor, bu kararsızlık sanat yapıtında eriyip gidiyor.”
Ne, anlamaya ve açıklamaya çalıştığımız gerçeklik ne de onu anlama ve açıklama araçlarımızdan yalnızca biri olan bilim, onu yapandan, anlamaya, açıklamaya çalışan, en temelde merak eden insandan ve onun eksikliklerinden bağımsız değildir. Sonuçta sayısız gözlemin, deneyin, hesaplamaların, yılların sonuçları olan verilerle ortaya atılan kuramlar, olanaklıysa, tek bir kurama indirgenebilir ve o kuram da bir şiirden, o şiir de bir imgeden, o imge de bir eğretilemeden daha fazlası olmayabilir.
Belki de daha fazlası olmak zorunda olmaklığına yönelik sarsılmaz inancımızdır bizi kızmaya iten. Kızmaya zamanımız olup olmadığından önce, kızmaya hakkımızın olup olmadığını, daha da uygunu kızmaya gerek olup olmadığını sormalıyız kendimize. Aksi takdirde kendi merakından ötürü kendi kendine kızan, merak gibi elinde olmayan bir dürtüden dolayı kendi kendine öfkelenen bir insan resmiyle yüzleşmek zorunda kalabiliriz.
Gördüğümüz, kokladığımız, duyduğumuz, dokunduğumuz, tattığımız; kısaca duyumsadığız ve adına gerçeklik dediğimiz şeye ilişkin olan merakımız ya da bilme susuzluğumuz, onu erişilebilir ya da bilinebilir kılmaya yetmez. Gerçeklik dediğimiz ve deneyimlediğimiz(i düşündüğümüz) şey her neyse, belki de onu duyumsadığımız ölçüde deneyimlememizden başka çıkar yol bırakmamıştır bize.
“Bu tepelerin tatlı çizgileri, bu çarpıntılı yürek üzerinde akşamın eli çok daha fazlasını öğretiyor bana. Başladığım noktaya geldim.”
Gerçekliğin gizemi “42”den daha fazlası olmayabilir, ki kalkıştığımız işe göre fena da bir yanıt değildir hani. İster “42”, isterse daha sofistike, akılsal, bilimsel ya da hoşunuza gidebilecek herhangi bir yanıt olsun; veya hiçbir yanıt olmasın, insanın merakı doğrultusunda didinmesi kesinlikle boşuna bir çaba değildir.
Camus, gördüğü, kokladığı, duyduğu, dokunduğu, tattığı; kısaca duyumsadığı yaşamı yadsıyamayacak denli yaşam dolu ve yaşam içinde bir insandı. 17 yaşında vereme yakalanması üzerine bir süre hastanede yatmak zorunda kalan Cezayir doğumlu Fransız yazar, o güne dek dansla, futbolla, yüzmeyle, e.d. yaşamın kendisiyle dolu dolu olan yaşamına bir süre için ara vermek zorunda kalmıştı.
Belki bu hastalıktı ki 17 yaşında, düşünceleri yeni yeni gelişmeye başlayan Camus ile yaşam(ı) arasına bir bıçak gibi girmiş; ve çelik yüzeyinde, yaşamın hiçbir garantisi olmadığını; tam tersine, yaşamın aslında çok da kırılgan olduğunu göstermişti ona. Ancak Camus, gördüklerinden ürkmemiş, içinde büyüyen kapatılmışlık hissini bir kavrayışa dönüştürmeyi başarmış, direnme ve yaşama isteğine temel yapmıştı.
Belki de yine, yaşama bağlılığı, yaşam dolu bir adam olması dolayısıylaydı ki felsefeye olan derin ilgisine rağmen kendisini bir filozoftan çok; yaşam ve ölümle, yaşayanlarla ve ölenlerle iç içe olan bir insan olarak görmüştü. Camus’nun gözünde felsefe, yaşamdan ve deneyimden uzaktı.
Peki ya bilim?
“Gene de bu yeryüzünün bütün bilimi beni bu dünyanın benim olduğuna inandırabilecek hiçbir şey vermeyecek. Onu bana betimliyorsunuz, bana onu sınıflandırmasını öğretiyorsunuz. Yasalarını sayıyorsunuz; ben de bilme susuzluğum içinde bunların doğru olduklarını kabul ediyorum.”
Camus’nun ‘bilme susuzluğu’ ifadesinin, Aristoteles’in ‘merak’ıyla aynı gereksinim ve arzunun altını çizdiğinin öne sürülebileceğini düşünüyorum bu noktada. Camus, bilimin söylediklerini doğru kabul etme noktasında gideremediği bilme susuzluğundan söz etmiş; Aristoteles de felsefenin merakla başladığını söylemişti yaklaşık 2400 yıl önce.
Aristoteles’in o gün ‘felsefe’ adıyla çağırdığı şeyin aslında ‘bilim’ olduğunu, ve bir insan etkinliği olarak bilimin dünyayı açıklamaya yönelik olmasının, insanın onu anlamaya yönelik bir türlü doyuramadığı gereksiniminden kaynaklandığını iddia edenler de var olduğuna göre Aristoteles’in “felsefe merakla başlar”ındaki ‘felsefe’nin ne anlama geldiğini anımsamakta yarar var:
Aristoteles, başyapıtı Metafizik’in Birinci Kitabında, ‘bilgeliğin’ (sophia), ‘bilgi’nin (episteme) en üstün biçimi; ulaşılabilecek en son bilişsel düzey olduğunu söylemişti. Duyulara dayanmaları bakımından, onlardan en uzakta olan bilgi türü olarak bilgeliğe ulaşmanın, insan için, çok; ama çok zor olduğunu, dolayısıyla insanın deneyimleyebileceğinin salt bilgelik değil; ancak bilgelik-sevgisi/arayışı/arzusu (philosophia) olabileceğini belirtmişti. Bu ‘bilgelik-arayışı’ yolunda insan için önemli olan, sonuçlar ve pratik amaçlardan çok; bilginin veya onun en üst düzeyi olan bilgeliğin kendisi olmalıydı. Bu bağlamda ‘felsefe’yle işaret edilmek istenen, şeylerin-bilgisinden çok; o şeylerin ‘neden’lerinin (aitiai) ya da o şeylerin neden öyle olduklarının açıklamalarının bilgisiydi.
Bilimin peşinde olduğu nedenler ve nasıllar, Camus’nun peşinde olduğu, dünyanın onun olup olmadığına ilişkin merakına yanıt olabilir miydi?
Gerçeklik dediğimiz şey ve ona ilişkin merakımız o kadar engin ki bilimin tek başına, insanlığın gerçekliği ilişkin tüm merakını gidermesini beklemek insanı ve insan etkinliklerinden yalnızca biri olan bilimi abartmaktan kaynaklanan bir düş kırıklığıyla noktalanacaktır düşüncesindeyim. Yalnızca içinde olmakla kaldığımız; aynı zamanda bir parçası olarak belirliyor olduğumuz bir gerçekliği tek bir insan etkinliğiyle açıklamaya çalışmak, söz konusu açıklamanın insanlığı tatmin edip etmeyeceği bir yana, bir açıklama getirmek için uzun zamanlar gerektirebilir, dahası sonunda bir açıklama dahi ortaya koyamayabilir.
Sanat, edebiyat, felsefe ve din gibi diğer insan etkinlikleri ve insanın bizzat dünyanın içinde, onun bir parçası olarak deneyimledikleri de tıpatıp bilim gibi olmasa da – yine – gerçeklik dediğimiz şeyin ne olduğunu – olanaklıysa – anlamaya yönelik etkinliklerdir. Bilim sahip olduğu, kendine özel yöntem ve ölçütlerle diğer insan etkinliklerinden ayrılabilir ve gerçekliğe ilişkin olarak daha nesnel olduğu savında bulunabilir; ama bu bilimi son sözü söyleyen ya da söyleyecek olan kurum olarak görmemizin bir gerekçesi olmamalıdır. Böyle bir düşünceye saplanmamız, bilimden, onun yapabileceğinden çok daha fazlasını umup ona küsmemize neden olabilir ve sonunda biz de Camus gibi “Bunca çabaya ne gerek vardı?” diye sorma noktasına gelebiliriz.
Bu sorunun hemen öncesinde şöyle diyordu Camus:
“Bu dünyayı bana bir imgeyle açıklıyorsunuz. O zaman dönüp dolaşıp şiire geldiğinizi anlıyorum; hiçbir zaman bilemeyeceğim. Buna kızmaya zamanım mı var? Şimdiden kuram değiştirdiniz. Böylece bana her şeyi öğretmesi gereken bu bilim varsayımda sona eriyor, bu açıklık eğretilemeye gömülüyor, bu kararsızlık sanat yapıtında eriyip gidiyor.”
Ne, anlamaya ve açıklamaya çalıştığımız gerçeklik ne de onu anlama ve açıklama araçlarımızdan yalnızca biri olan bilim, onu yapandan, anlamaya, açıklamaya çalışan, en temelde merak eden insandan ve onun eksikliklerinden bağımsız değildir. Sonuçta sayısız gözlemin, deneyin, hesaplamaların, yılların sonuçları olan verilerle ortaya atılan kuramlar, olanaklıysa, tek bir kurama indirgenebilir ve o kuram da bir şiirden, o şiir de bir imgeden, o imge de bir eğretilemeden daha fazlası olmayabilir.
Belki de daha fazlası olmak zorunda olmaklığına yönelik sarsılmaz inancımızdır bizi kızmaya iten. Kızmaya zamanımız olup olmadığından önce, kızmaya hakkımızın olup olmadığını, daha da uygunu kızmaya gerek olup olmadığını sormalıyız kendimize. Aksi takdirde kendi merakından ötürü kendi kendine kızan, merak gibi elinde olmayan bir dürtüden dolayı kendi kendine öfkelenen bir insan resmiyle yüzleşmek zorunda kalabiliriz.
Gördüğümüz, kokladığımız, duyduğumuz, dokunduğumuz, tattığımız; kısaca duyumsadığız ve adına gerçeklik dediğimiz şeye ilişkin olan merakımız ya da bilme susuzluğumuz, onu erişilebilir ya da bilinebilir kılmaya yetmez. Gerçeklik dediğimiz ve deneyimlediğimiz(i düşündüğümüz) şey her neyse, belki de onu duyumsadığımız ölçüde deneyimlememizden başka çıkar yol bırakmamıştır bize.
“Bu tepelerin tatlı çizgileri, bu çarpıntılı yürek üzerinde akşamın eli çok daha fazlasını öğretiyor bana. Başladığım noktaya geldim.”
Gerçekliğin gizemi “42”den daha fazlası olmayabilir, ki kalkıştığımız işe göre fena da bir yanıt değildir hani. İster “42”, isterse daha sofistike, akılsal, bilimsel ya da hoşunuza gidebilecek herhangi bir yanıt olsun; veya hiçbir yanıt olmasın, insanın merakı doğrultusunda didinmesi kesinlikle boşuna bir çaba değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder