Çok uzakta değil; 28 Ağustos 2008’de aramızdan ayrıldı İlhan Berk. Türk Şiiri’nin “harika” çocuğu artık ardında bıraktıklarıyla yaşayacak aramızda. Ona dair daha fazlasını yazmak ne kadar haddim bilmiyorum. Benim ona ilişkin söyleyebileceklerimden çok daha fazlası olduğu düşünüyorum çünkü. Yazdıklarına şöyle bir göz atmanız bile, ne demek istediğimi anlamanız için yeterli olacaktır. “Adlandırılmayan yoktur” gibi felsefe ve şiirin birbiri içinde kusursuzca eridiği bir dize onlardan yalnızca bir tanesi. Ne yazarsam yazayım, o dizenin ışığında sönük kalacağını bilerek yazacağım o dizeye ilişkin yazacaklarımı…
Adlandırılmayan yoktur
; çünkü “yok” olmayan, e.d. “var” olan, adlandırılandır.
Adlandırılan vardır; en azından adlandırılan yok değildir. Bir şey neyse ve nasıl bir şeyse, “yok” kalmaması, “var” olması, ya da en azından “yok değil” olması için onu adlandıracak bir şey gerekir. O şey özne, özne de “insan”dan başkası değildir.
Tek adlandıran insandır.
İnsan “yok”sa, adlandıran da olmayacağından, insan “yok”ken “var” olan ne varsa, adlandırılmadan kalacağından işte, “yok”tur, en azından “var” değildir.
Evren(ler),galaksiler, sistemler, yıldızlar, gezegenler, dünya… batan güneş, tutulan ay, yağan yağmur, esen rüzgar, okyanustaki dalga, ağaçtan düşen yaprak, bir kedinin miyavı… bunların tümünün ve daha nicesinin “var” oluşları eksikti; çünkü birer adları, onları adlandırabilecek birileri yoktu. O birileri, dolayısıyla adları olmadığı için onlar da “yok”tular bir bakıma.
Adlandır(ıl)mak, dolayısıyla “yok” olarak kalmamak bir karşılaşmayı gerektiriyordu; karşılaşılması, karşılaşması gereken de insandı.
Gördüklerine, duyumsadıklarına, kurguladıklarına, düşündüklerine birer ad verebilecek bir insanın ortaya çıkışıylaydı ki “yok” olarak kalmaktan kurtuldu adlandırılan ne varsa.
İnsansız bir evrenin boşluğu… evrenin evrimini bir ürünü değilse insan, içinde insan olmayan bir evrenin “var” olmasıyla “yok” olması arasında ne gibi bir fark olabilirdi ki? Var olsa da bilinemezdi, yok olsa da bilinemezdi böyle bir evren.
Bir bilen olmadan bilinenin de olmayacağı, bir şeyin bilinen ol(a)madıktan sonra, olmasıyla olmaması arasında bir fark ol(a)mayacağıydı sözünü ettiğim.
Evrenin içini doldurandır insan.
Evrenin evrimini bir ürünü değilse insan, belki de bu yüzden yaratıldı ve eğer bir Yaratıcı varsa… çünkü insan olmadan, her ne olursa olsun eksikti olmaklığında… insan oldu, ondan önce olan her şeyin de olmaklığı tamamlandı… insan “yok”ken olan ne kadar “var”dı?
Belki de bu nedenle Yaratıcı, Adam’a, e.d. (Ad)em’e; e.d. insana (ki “Adam”, İbranicede “insan” anlamında) bütün (ad)ları öğretti (Bakara/31).
Öykü bu noktada bitiyor muydu?
Tam tersine yeni başlıyordu: Adlandırılmayan yoktu (belki); ama bir adı olan her şey de var mıydı?
Neler adlandırılamazdı?
Olmayan şeyler. “Olmayan” ve “şey” yan yana gelebilecek iki sözcük müydü? Herhalde öyleydi ki “varolmayan nesnlerden” söz ediliyordu.
Adlandırılamayacak diğer şeyler de gerçekte olsa da henüz olduğunun farkına varılmayan şeylerdi. Örneğin, okyanusun derinliklerindeki bir bakteri ya da uzayın derinliklerinde henüz saptanmamış bir kara delik. Bunlar olsalar da adlandırılamazlardı; çünkü onlarla onları adlandırabilecek insan arasındaki karşılaşma henüz gerçekleşmemişti. Dolayısıyla yukarıda sözü edildiği gibi hala eksik bir varoluş onlarınki.
Öykünün başladığı noktada beliren soruya geri dönersek, adlandırılan var mıdır? Yuvarlak kare bir addır, peki yuvarlak kare var mıdır? Zeus bir addır, peki Zeus var mıdır? Yan Don Kişot? Peki ya Tanrı?
Yanıtlanması derin derin-düşünmeleri gerektiren sorular bunlar. İlk bakışta söyleyebileceğimiz, yuvarlak karenin varoluşuyla Don Kişot’un, Don Kişot’un varoluşuyla Tanrının varoluşunun farklı varoluşlar türleri olduğu, e.d. en temelde “gerçek olmak” ile “var olma”nın aynı anlama gelmediği olacaktır. Gerçek ve kurgu varoluşlar; ama hepsinin birer adı var.
Adlandırılmayan yoktur; peki adlandırılan ne kadar ve nasıl var(dır)?
Belki de şiirin bittiği, felsefenin başladığı sınırı çizen soru bu sorudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder