28.09.2008

Adlandır(ıl)malar hakkında...

Girizgah,

Öncelikle ”Adlandırılmayan yoktur” cümlesinin/önermesinin tamamen anlam belirsizliği [ambiguity] taşıdığını söylemem gerekiyor. Ardından cümleyi/önermeyi nasıl okumalıyım diye soruyorum kendime. Varolan adlandırılandır (adlandırılan vardır) diye mi yoksa herşey adlandırılır (ki böyle okursam, adlandırmayı – bilinçli olarak – anlamlandırmaya dönüştürür; Heidegger üzerinden açılımlar yapabilirim) diye mi? Bana, var olan adlandırılandır, Ortaçağ felsefesi sorunlarını; herşey adlandırılır yani adlandırılmayan hiçbirşey yoktur (var olmayan da adlandırılır) okuması ise daha (post) modern varoluşçu (felsefi) bir duyumsamayı çağrıştırıyor. Belki zihnimi iyice özgür bırakarak (egzajere demeliyim) bu cümleyi, herşey adlandırıldığınca vardır diye bile okuyabilirim. Çağrışımlarımdan bağımsız şunu da belirtmek isterim ki, Berk’in (İlhan Berk, rahmetle anıyoruz) bu cümlesiyle ilgili öğrendiğim şey, cümlenin Berk’in aforizmalarını anlattığı kitabının adı olduğudur ki burdan şöyle bir sonuçta rahatlıkla çıkabilir: Belki de Berk, bir şair için var olanın, şairin duyumsadıkları/ sezdikleri/ yaşadıkları olduğu düşüncesinden yola çıkarak, kitabında aforizmalarıyla anlattığı herşeyi yaşadığını dolayısıyla söz’e (ad’a, dilsel olana) döktüğü herşeyin var olduğunu anlatmak istemiştir.

"Adlandırılmayan yoktur"a dair...

1– “Adlandırılmayan yoktur” tümeller sorununa işaret ediyor:

Ortaçağın en önemli sorunlarından biri olan tümeller (belli bir sınıfa bağlı olanların hepsi) sorununa getirilen birkaç yaklaşımdan bahsetmek istiyorum. Tümeller sorunun ortaçağdaki (ki öncesinde Aristotle zaten tümel, tikelin genel kavramıdır ve tikelde vardır demiştir) ilk yankıları Boethius’un üç sorusuyla başlıyor: Tümellerin ontolojik bir statüsü var mıdır; yoksa tümeller zihinde mi vardır? Tümeller varsa maddede mi vardırlar? Tümeller, tikellerden bağımsız mı vardırlar yoksa tikellerde midirler? Boethius tümelleri sadece ad olarak görmüyor, onların kavram olduğundan ancak tikellerdeki benzerlikler yoluyla zihnin oluşturduğu kavramlar olduğundan söz ediyordu. Kavramlar yani evrensel adlar, dilsel var olma bağlamında değil, ontolojik bir statüye sahiplik bağlamında anlaşılır ancak burdan da elbette kavramların tikelin işaretçisi oldukları bir anlamda dille ilişki olduğu da kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, ontolojik statüsü olan tümeller var olandan kaynaklanmış gibi de duruyor. Bu bağlamda, Boethius anlayışıyla, “Adlandırılmayan yoktur” yani var olan – var olandan dolayı – adlandırılandır okuması zihnimde bu felsefi hatırlayışlara sebep oluyor.

Adcılar, yani Nominalistlere gelince (ki Berk’in cümlesinin en temel çağrışımıdır) onlar genel kavram olarak görünen tümellerin, var olanların (tikellerin) benzerliğinden dolayı yapılan soyutlama olmadıklarını, onların sadece söz olduğunu, harflerin birliğinden oluştuğunu (masa’nın asam değil de masa olması) ve sessel bir salınım olduğunu ifade ediyorlar.

Ortaçağ’da tümel sorunuyla meşgul olan bir diğer filozof ise Abelard’dır. Abelard genel adların kavramlar olduğunu ve bunların direk olarak tikel olanı (yani var olanı) işaret ettiğini söyler. Yani tümeller, genel kavramlar olarak ad’dırlar demeye getiriyor. Abelard bir ad olarak tümeli, tikellerin benzerliğinden oluşturduğumuz genel bir kavram olmasıyla açıklıyor. Yani adcılıkla, tümelin ontolojik statüsünü kabul eden anlayış arasında bir yerde duruyor Abelard. İnsan olan herkeste aynı olan insanlıktan dolayı, insanlık genel bir ad oluyor. İnsan, insanlık kavramının işaretçisi (adı) olduğu için Abelard bir anlamda “Adlandırılmayan yoktur”u desteklemiş oluyor.
“İnsan olmak”ta benzer oluş, insan’ın var olmasıyla çakışıyor/örtüşüyor ve Abelard’ın genel kavramlar düşüncesini oluşturuyor. Genel kavramların var olması düşüncesi Abelard’ı realistlerin yaptığı gibi genel kavramların ontolojik statüsünün kabülüne götürmezken, benzerlik vurgusu yaparak var olan üzerinden oluşturduğu genel ad düşüncesini destekliyor. Bu nedenle, Var olan adlandırılandır okuması bir anlamda Abelard’ın ılımlı gerçekliğiyle bağdaşıyor gibi görünüyor.

2 – “Adlandırılmayan yoktur”, düşünce,dil, var olma ilişkisinin sorgusuna da sebep oluyor:

Örneğin,Tanrı. Anselm’in Tanrı’yla ilgili ontolojik kanıtı Tanrı dendiğinde ne olduğunu anlıyorsan, o zaman vardır’dır. Yani düşünce olarak var olması onu var kılar. Hatta anlamak onun varlığının kanıtı olur. Tanrı, Tanrı olarak (Tanrı “ad”ı ile) anlamlıdır. Anselm, bir bakıma anladığın şeyin var olmamasını düşünmek imkansızdır diyor. Soru şu: Dil düşünceyi önceliyor mu ve dil gerçeklikle çakışık durumda mı? Buraya kadar yazdıklarıma duyduğum şüphe, anlamı (dilsel olanı yani) var olanla çakışık görmemden mi kaynaklanıyor? Örneğin dilden önce, güneş ilk insanların Tanrı’sıydı diyebilirim. Güneşi işaret edebiliyorlardı ve işaret etmeleri yani aynı şeyi göstermeleri anlamlıydı onlar için(öyle miydi?).Dilden sonra (ki oluşumuna girmeyeceğim) ise göstericiler adlar oldu dolayısıyla anlam adlardan kaynaklandı. Adcı olarak baktığımızda, birşeyin işaretçisi olan adların, şeyleri anlamamızın nedeni olduğunu söyleyerek var olmayı bununla nasıl ilişkilendirebiliriz?

İşaret edilen, gösterilen şeylerin ad’landırılması onları var eder mi ya da varlığını kanıtlar mı? Evet, onu var eder, masaya masa diyor oluşum asam demeyişim onu masa olarak var eder. Dil, masa olan şeyi masa olarak adlandırmış, var etmiştir. Masa olan şeye asam deseydim, masa olan şey asam olarak var olurdu. Yani masa, masa olmadığı için masa yok olurdu. Tabi bu noktada adlandırma ve anlamlı gelme ilişkisine de değinilmesi gerekiyor. Şöyle de denebilir belki: Adlandırılan anlamlı olmasıyla vardır. Masa deyince herkesin masayı anlıyor oluşu gibi. Bu noktada dil, anlam ve gerçeklik ilişkisi üzerinde açılımlar yapılabilir. Bu beni var olmanın anlaşılabildiğince(kavranabildiğince) var olduğuna götürmez mi?

Peki ya soyut adlar? Masa olan şeyi işaret ederek, onun masa olarak var olduğunda anlaşıyoruz. Peki ya beyaz? Sanırım bu felsefedeki gösterimsel tanım [ostenstive definition] sorunu. Beyaz var mı? Beyazlık bir addır. Beyazlıktan aynı şeyi anladığımız için (aynı şeyi anlıyor muyuz ki?) beyazlığın var olması gibi bir sonuç çıkar mı? Beyaz kalem, beyaz masa diyebiliriz ama beyazı gösterebilir miyiz? Beyaz beyaz olarak yoktur. Adlandırılmıştır ama yoktur. Beyaz beyaz olarak bir anlam ifade etse bile var olmasından söz edilebilir mi?
Wittgenstein dilin tüm gerçeklik olduğunu söyler. Dilin olması dolayısıyla adın olması, adın taşıyıcısıyla (örn:masa) çakışır. Dolayısıyla, Berk’in “Adlandırılmayan yoktur” unu Wittgenstein ile ilişkilendirebilirim ancak Wittgenstein’ı sadece bu çağrışımla anarak, tam da bu noktada konuşamadığım yerde susuyorum diyerek bu paragrafı bitiriyorum.

3 – “Adlandırılmayan yoktur”un herşey adlandırıldığınca vardır çağrışımı:

Ortaçağ’da “ad” her ne kadar nesnel olarak algılansa da ben şunu savunabilirim, adlandırıldığında (yani adlandırıldığı o andan itibaren) herşey benim için var olur. Bir anlamda “ad”landırdığım an onu anlamlar üzerinden var etme durumudur. Bu, beni Heidegger’e götürecektir; çünkü Heidegger “var olma”yı (örn:“insan”olmayı) ona atfedilen anlamlar üzerinden açıklamıştır. Örneğin Duygu Asena, Kadının Adı Yok diye bir kitap yazmıştır. Kadın’ı Türkiye Cumhuriyeti’nde (Heidegger’deki dünyada olma meselesidir bu yani belirli önyargıların, kabullerin var olduğu mekanda olma meselesi.) yaşayan kadın olarak anlamıştır ve kadını, kadınlığa atfedilenler yani anlamları üzerinden anlatmıştır. Kadının Adı Yok, demesi ise onun anladığı anlamda “kadın”lığın olmamasıdır. Şimdi burdan şu çıkar: Berk’in sözünü herşey adlandırıldığınca vardır diye okur ve Heidegger sezgisine kapılırsam, Türkiye’de yaşayan “kadın” için “kocasından dayak yiyip başına kese kağıdı geçirerek sosyal(!) içerikli programlara çıkan kadın olarak vardır; ‘ben bilmem, beyim bilir’ diyen kadın olarak vardır; pozitif ayrımcılıkla hadi kadınlarında önünü açalım, biz açmazsak zaten biryerde olamayacaklar zihniyetiyle yüzleşen kadın olarak vardır; tacize mağruz kalan(!) kadın olarak vardır” diyebilirim. Yani böyle adlandırılır Türkiye’de kadın. Dolayısıyla kadın bu anlamları/adları üzerinden vardır derim. Asena’ya göre ise bu var olma (adlandırılma) durumu, yokluk durumudur çünkü kadına atfedilen anlamlar kadını, “kadın” olarak yokluğuna götürür. Asena, Heidegger’in, ‘var olma’nın varlığa atfedilen anlamlarla anlaşıldığı düşüncesiyle buluşarak, kadının bu haliyle varolmasını yokluk olarak niteleyerek kendi adlandırmasını ve dolayısıyla kendi var kılmasını gerçekleştirir. Bu çağrışımlarla “Adlandırılmayan yoktur” hem herşey adlandırılır diye hem de herşey adlandırıldığınca vardır diye okunabilir.

4 – Adlandırıldığında var olur diyerek, orda olduğu (var olduğu) halde adlandırana (algılayana) kadar bizim için (bkz: var olmanın öznel ve nesnel (algısal) sorgulamaları) var olmayan Volcano(?) gezegeni aklıma geldi... Adlandırmak için algılamak da gerek diye düşündüğümden... Berk haklı galiba, “Adlandırılmayan yoktur” bazı bazı...

Zor oldu yazması, zihin hala birçok göndermeye izin veriyor. Mamafih, bitiriyorum artık ve cüretkar bir şekilde ekliyor, adlandırılmayı Heideggervari var oluşumla anlıyor ve diyorum ki Var olan adlandırdıklarındır; adlandırılanlar değil...

Hiç yorum yok: