Kendince varlıklar değiliz artık. Kesiştiğimiz noktalar var hayatta zorunlu olarak. Belki toplumsal yaşamı kabullenmeden önce tek tek bireylerdik. Her birimizin kendince anlamlandırdığı, biricik kıldığı küçük küçük dünyalardan bahsetmek mümkündü o zaman dilimi için. Bireyin odağından yayılan varoluş hali, inkâr etmeye uygundu ortak bir zemini. Zaten böylesine bir zeminlendirme çabası da gereksizdi.
Kurulu bir düzen dünya. Sınırlar çizilmiş, aidiyetlikler saptanmış kişinin gelişinden önce. Doğduğumuz toplum, hangi toplum olursa olsun, kucağını açarak bekler bizi tüm proglamlanmışlığı ile. Bir zemindir bu. Üzerinde rahatça hareket ettiğimiz bir zemin. Güvenli. Anlaşılması güç biçimde ne hareketimizi ne üstünde bulunduğumuz zemini ne de bir başka oluşturulmuşu sorgulama zahmetine girmeden yaşama; mutlu, örnek ve makbul bir yaşama. Yani bir bakıma haklı bir iddia: “adlandırılmayan yoktur”.
Her nesne adlanmış biz onları tanımadan önce. Hatta adlar var ki nesnelerden önce gelir, önce öğrenilir. Her ad bir tanımdır o zaman. Dünyada karşılığı olan adlardan bahsediyorum, nesnelerin adlarından. Deniz dediğimde aklımda uyanan “D-E-N-İ-Z” değil; uçsuz bucaksız deli mavi bir su kütlesi. Ben vermedim ona bu adı, benden önce adlanmış tanımlanmıştı zaten deniz. Ben kabul ettim bu tanımı, bu adı. İnsanlarla anlaşabilmek için feda ettim dünyayı keşfetme lüksünü. Tembelliğime geldi. Belki bir ihtiyaç bu: Evreni kendinden okuma… Kendince adlandırma.
Her duygunun da bir adı var. Aşk dediler aşık oldum. Kendim deneyimlemedim aşkı. Başkalarının aşk dediğini ekledim kendime. Böyle bu tiksinme, arzulama ve tüm duygu adları için. Yine bir tanım yani adlandırma. Ardı sıra oluşların “bence” yorumları değil mi duygular? Ama “bence” olması için ben adlandırmalıyım bu oluşları, oluşagelenleri. Aşkın isim babası olmalıyım aşk dediğimde ne dediğimi bilmek için. Olan böyle değil halbuki. Kabullenmeye hazırız adlandırılmış duyguları da nesneler gibi, tarihsel enkazlar altında ezilmiş ve şekillenmiş tanımlamaları.
Nasıl öğrenir çocuk ne demektir “iyi” ne demektir “kötü”. Yardım etmek iyidir deriz çocuğa, yalan söylemek kötü. O bilmez iyinin ne olduğunu kötünün ne olduğunu ama iştirak eder bize, biz nasıl yemin ettiysek öncekilerimize adlandırılmış olanı muhafaza edip, nesil nesil yayacağımıza dair. Adlandırma görüldüğü üzere etik yargılarımızda bile mevcut. Kuşaklarca katkıda bulunulmuş, kirlenmiş yani. Bizim etik yargılarımız değil bunlar, bizim iyimiz bizim kötümüz yok, öğretilen iyi öğretilen kötü var. Adlandırılanlar…
Masum bir iletişim kurma çabası değil adlandırma. Adlandıran her kimse eklemleniverir adlandırılana. Her adlandırılmış olan böyle. Nesne, duygu, norm ve daha ne varsa. Hepsi barındırıyor içinde bana ait olmayan bir sürü kabullenişi. Yani “adlandırılmayan yoktur” böyle göründü bana. Kabullenişler olarak. Deneyimimi inkâr edişim, başkalarının tanımlamalarına boyun eğişim… belki böyle dedi şair belki demedi ama benden böyle yansıdı şairin sözleri.
Bir ön kabul, bir zorunluluk adlandırma toplumsal yaşam için. Hareket imkânı doğuyor her birimize bu yapay oluşumda. Anlaşabilmenin koşulu. Genellemezsek eğer anlaşamayız. Anlaşamazsak dağılır toplum. Bu başka bir tartışma, toplum ve insan ilişkisi, ama bir kısa alıntı bir fikir veriyor önemi hakkında toplumsal yaşamın:
“Suni bir yapı olarak toplum; aslında doğanın tahakkümü karşısında bir dirençtir. Toplum olmasaydı, biz insanlar doğa denilen o barbar denizde savrulup giderdik. Toplum geçmişten devraldığımız ve doğa karşısındaki küçük düşürücü edilgenliğimizi hafifleten biçimlerden oluşmuş bir sistemdir.”
Yine de soru hala soru. Kaybımız ne kadar büyük? Kaybımızın olduğunu fark etmeyişimiz kadar. "Adlandırılmayan yoktur” iddiası evrenle kurduğumuz ilişkiyi sorgulatabilecek bir iddia. Öncelerimizi, kabullenişlerimizi kırma adına tetikletici bir iddia. Hayalperest bir tavır olur adlandırılmış olanları tümden yok sayma, salt kendince yaşama arzusuna kapılma. Ama bir küçük gedik niye açılmasın hepimizin kol kola yürüyegeldiği o “zemin” üstünde?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder